13 Aralık 2010 Pazartesi

kaldım

Seni düşlerime aldım,
Uykusuz kaldım.
Seni uykularıma aldım,
Düşsüz kaldım.
Başıma aldım, sensiz;
Gönlüme aldım, başsız,
Sensiz, yollarda pulsuz,
Pullarda mektupsuz kaldım.
Sana adlar aradım..
Ardında adsız kaldım.

Özdemir Asaf

12 Aralık 2010 Pazar

depresyon


-Biraz kendinizden bahseder misiniz?

-Beni anlamıyorlar. Çok farklıyım, o yüzden. Görmezler. Hepsini çok iyi çözdüğümü düşünüyorum. İnsanlar düşünmüyorlar, sadece yaşıyorlar, nasılsa o! Beni delirtenler neden delirmiyor? Hayat neden böyle? Yaşamak güzel diye cümle kurup beynimize kazıyan tarihteki o ilk hödük kim? İnsanda olmaması gerekirken bende olanları çok iyi biliyorum. Anladığım ne çok şey varken bunu anlamıyorum. Ben insan mıyım?

İnsan. Aslında insan yalan. Ben de dahil. Eğer insansam ki öyle görünüyor. Zaten ben dediğin nedir ki? Olmaya çalışıp olamıyoruz, sürekli bu. Bazen koşuyoruz, bazen duruyoruz, bazen de öylesine konuşuyoruz. Yolu bir olan aklı kaybettik. Ondan beridir, elimizdeki nedir, onu bile bilmiyoruz. Bir bilsek azıcığını, azıcık rahat etsek. Belirsizlik bazılarını kırar. Hayal kırıklığı, sonra mutsuzluk. Bütün mevzu bu değil mi? Ne var ne yoksa ortaya konsun, açık olalım, bir kerede kırılalım bozulalım bitsin. Sonra kim deli kim akıllı ise alsın kendi aklını yoluna gitsin, küslük dargınlık haset fesat olmasın. İnsanı gerçek sanıyorum bazen, sonra her yeni güne yeni bir çalkantıyla başlıyorum. Halbuki bilsem, deseler ki bana açık açık hepimiz yalanız, neden dalgalanayım? Bu kimsenin işine gelmiyor, insanların. Ben insan mıyım?

Basitleşmesini isterken, yaşlandıkça rayına oturur derken her geçen gün daha da karışmasına katlanmak mümkün mü? Sokağa işeyen bir adama kaç farklı bakış açısıyla kırılabilirim? Neden benim yanımda olmayı değil sokağa işemeyi seçiyor? Neden birlikte işemeyi teklif etmiyor? Arkasında durduğum halde işerken nefesimi nasıl hissetmiyor? Ona nasıl baktığımı gördüğü halde neden aynı kımıltısızlıkla devam ediyor? Pipisi elindeyken sırtı neden bu kadar dik? Pipim de yok. Ben insan mıyım?

Selamlaşırken düşünerek başlıyor, türdeşleriyle alıp verebileceği her ne varsa sonuna kadar böyle devam. Şimdi ben, bensem, bu bana yakışır mı, ismime yaraşır mı? İşte insan. Meditasyon mu yapsam, intihar mı etsem? Hepsi çok insan işi geliyor. Kurtulmak fikri, türdeşlerimden. Kibirliyim, onlar gibi olmayacağım. Hepsini biliyorum, her şeylerini çözdüm. Çekip gitsem bomboş bir yere? O zaman kendimden de kurtulur muyum? Yoksa ben insan mıyım?

Fotoğraf: Tuğçe Ayerdoğan

yaratma


Shakespeare'in "64. Sone"sinin sonundaki dört mısrada anlatılan düşünceyi alalım:

Böylece yıkımlar bana düşünmeyi öğretti,
Zamanın gelip aşkımı götüreceğini.
Bu düşünce ölüm gibi, değiştiremez
Yalnızca ağlar, yitirmekten korktuğuna sahip olduğu için.


Eğer toplumumuzun mantığını kabul etmek üzere yetştirildiyseniz, sorarsınız: "Niçin aşkına 'sahip olduğu için ağlasın?' Niye aşkının keyfini çıkarmıyor?" Mantığımız bizi durmadan uymaya itiyor - deli bir dünyaya ve deli bir yaşama uymaya. Daha da kötüsü, kendimizi burada Shakespeare'in ifade ettiği deneyimin engin derinliklerini anlamaktan engellemiş oluyoruz.

Hepimizin böyle yaşantıları oldu, ama eğilimimiz bu deneyimlerin üstünü örtmeye yöneliyor. Baktığımız güz ağacı göz alıcı renkleriyle öyle güzeldir ki, gözlerimizin yaşardığını hissederiz; ya da duyduğumuz müzik öylesine hoştur ki varlığımızı bir hüzün bürüyüverir. Ağacı hiç görmemiş ya da müziği hiç duymamış olmanın belki daha iyi olduğu, bu soysuz düşünce, bilincimize sürünerek sokulur. O zaman bu huzur kaçıran paradoksla yüzleşmemiş olurduk - "zamanın gelip aşkımı götüreceğini" bilmenin paradoksuyla; sevdiğimiz her şey ölecek. Oysa insan olmanın özü budur, dönmekte olan bu gezegenin üzerinde varolmakta olduğumuz şu kısa anda, zamanın ve ölümün sonunda hepimizden hakkını alacağı gerçeğine karşın bazı insanları ve şeyleri sevebiliriz. Kısa anı uzatmayı arzulamak; ölümümüzü bir sene kadar daha ertelemek anlaşılabilir mutlaka. Ancak bu erteleme, duraklamaya ve sonunda savaşı yitirmeye bir bağlanmadır da.

Bununla birlikte, yaratıcı edim ile ölümümüzün ötesine ulaşabiliyoruz. Bu, yaratıcılığın böylesine önemli olmasının ve yaratıcılık ölüm ilişkisinin yüzleşmemiz gereken bir sorun oluşunun nedenidir.

Rollo May - Yaratma Cesareti

yukarıya doğru düşüş



Rinko Kawauchi - Aila - 2004

5 Aralık 2010 Pazar

gitmek


Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...

Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.

Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
öbür yanımız "otur" diyor.

"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben...
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?

"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.

Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel.

Can Yücel

30 Kasım 2010 Salı

tezcanlı


Canın son durağı belli. İstikamet tek, onu da biliyoruz. Ama bazısı yürüyor, bazısı koşuyor. Durağa tez yetişeceği alnında yazanlara "tezcanlı" deniyor.

Sıra beklerken, asansör beklerken, soluksuz bir konuşmanın bitmesini beklerken, şartların olgunlaşmasını, arzularının yerini bulmasını, ak ile karanın ortaya çıkmasını beklerken, herkes bunları beklerken sıkılır ama onun canından can gider. Tek sporu bu koşu. Peki nereye koşuyorsun?

eksiklik


Bir kere insan güceniyor kendine, gocunuyor. "Nerem eksik?" veya "Neyim eksik?" diyesin geliyor. Kendinle savaş. Gel gör ki beyhude. Eksiklik bağımlılık gibi, içerden sesleniyor sürekli, vazgeçmiyor. Önce zzzzt, zt... Sonra ding dong... Takan yok. O zaman; zırrr, zırrr... Pekala, sen bilirsin. 3..2..1...

Küüütt!

Ne geldi? Bir şey geldi üstüme. Bir ağırlık var. Daha doğrusu, aşırı ağırlığı taşıyamayan aşırı bir hafiflik var. Bir kere, düşünemiyorum. Önemli şeyleri, sıraya konması gerekenleri, çok duygusal olanları, çok mantıksal olanları, halledilecek işleri, kendimi, sevdiklerimi, sevmediklerimi, uzak ve yakın durulacakları bulamıyorum, toparlayamıyorum. Hücreler az, bölünme, çoğalma, artık neyse. Bir de, dizlerimin bağı...Bağlantı kopuyor.


Sen eksikliğini bulana kadar, "Neyim eksik"i çözene kadar. O geldi seni çözdü işte. Hızla sökülen ilmekler gibisin.

Eksikliğinin sesini iyi dinle. Yoksa tüm bedenine yahut ruhuna yayılır, ki zaten aynı. Bir bedenin verebildiği bir ruh var, ve bir ruhun durabileceği bir beden. O denge senin iç kavgalarını dinlemez, ona ne.

Hayatın zorunlu ertelemelerinin de önüne geçen zorunlu bir duruş, bakış, ciddiye alış gerekliymiş. B1+B6+B12 kompleksi bu işi çözecek mi? Gözdeki seğirmeleri? Bir göz doktoru der ki sadece psikolojik, diğeri "Sinir sistemi çöker". Doktorları düşünürken karşıdan karşıya geçmek, ışık huzmelerine çarpmak, bir arabayı teğet geçmek ve hayatta kalmak, hayatta olma düşüncesinin tuhaflığı giderek büyüyor. Üstümden bir şeyler buhar olup uçuyor, hissediyorum, önemli şeyler, ama ne...elim...tut...Küüttt!

Hayatın kalanını ertele, eksikliği tamam etmeyi erteleme. Bir şekilde. Ya et ye, çiğ çiğ de gelse, güzelim bir bağ çözülüyor, bir cinayet işleniyor gibi de gelse, gücüne de gitse. Ya da ilacını al otur. Hayatını ertele, vitaminini erteleme.


Ece Temelkuran, İç Kitabı'nı neden yazdığını anlatırken şöyle demiş:

Biz, korkunca tıpkı tavukların yaptıkları gibi yere oturup hiç kımıldamadan durur, talihimize, rüzgârın bizi bir "tavuk heykeli" sanması için yalvarırız. Ve bizim korktuğumuz rüzgârın yelkenlerimizi doldurup bizi sürüklemesi değil, bizatihi yelkenlerimizin kendisidir. Bayağılık ve ucuzluğun kıpırtısız havası karşısında bile yelkenlerimizi bütün bütün suya indirmemiz bu yüzdendir.

Kitapta da şunları demiş:

Biz böyle ölürüz. Kalbimizden giderek sona ereriz.

Katılarak boğulacağını bildiği için asla o şarkıya başlamayanlar,
Kalbini çıkarıp son satıra koyması gerektiğini bildiği için şiirden yana ağzını açmayanlar,
Kafatasını çatlatacağı için 'delirmek'ten uzak duranlar,
Hareket tamamlandığında parçalanıp dağılması gerektiği için asla o dansa başlamayanlar,
Geri dönmeyi beceremeyecekleri, bir kez gitseler artık hep gideduracakları için asla çekip gitmeyenler,
Cümle bittiğinde ölmek zorunda kalacağı için lafa hiç başlamayanlar...

Onlar bizdendir. Biz yapılan dansı, şiiri, cümleyi, delirmeyi, sözü bilmeyiz. Biz, bu dilleri bilmediğimiz için, kalbimizi yakarak öleceğiz.

***

Fakat... Fakat taş olmaya, taş gibi olmaya gelirse sıra, yaşdaşlarım kadar ben de bilirim bunu. Öyle bir katılaşırım ki, hiçbir acı uğrayamaz yanıma. Bir taşın çıldırtan sarını taşırım ben de. Sıra taş olmaya, taş gibi olmaya gelirse yani... Bakın işte, meydan okuyorum yine. Ama biliyorum ki, tutuluşa zaten dahildir, hem de en dahildir öfke.

***

Sen, insanlar konuşurken ağız hareketlerini tekrar ediyorsun. Küçük, en küçük hareketi yakalamaya çalışıyorsun. Anlamak için. Bilmek için. Senin bu tekrarın yüzünden herkes, anlamadıkları bir yakınlıkla, kendilerini sana benzetiyor. Sen hiçbir şeye benzemiyorsun. Öyle ki, bazen geceleri kendine bile benzemediğini fark ediyorsun. Sen, evvelden beri sıvıydın. Halini, biçimini, tınısını havasını alıyordun olduğun yerin, insanın, zamanın.

Sen, hiçkimsesin.
Sen, hiçbir şeysin.

Aklı ve kalbi olan mucizevi bir gaz.

***

Yalnızlıktan dert yanmasın kimse. Mideniz bulanıyor hakikaten. Hele bu dikenlerimizi gören hiç kimse, açmasın ağzını acıdan yana. Dokunduğu her şeyin canını yakarak geçen bir ömürden bahsetmek isteriz biz o zaman. Acıtma bilgisiyle mümkünsüz yakınlaşmalardan. Mesafeden bahsetmek isteriz hakikaten. Eflatun zehirle kaplanmış dikenlerimizi gören kimse; hiç kimse sakın bahsetmesin yalnızlığın tadından.

28 Kasım 2010 Pazar

gerçek


bazı soruların cevabı ancak rüyada veya kabusta verilir. "yanılıyorsun", "yok", "öyle değil". gerçek olmasını en çok istediğin ile gerçek olmasından en çok korktuğun, ikisi de aynı gerçektir. aklının söylediği, kalbinin susturduğu. işte bunu da öğrenirsen eğer, gerçek üçüncüdedir.

bir akşam yatarsın ve bir sabah, her şey yok olur. Onu nicedir lokma lokma yemişsindir oysa; son lokmanın tadı öldürecek kadar ağır olmasın diye. ve her keresinde, biraz daha bilerek.

"When the child was a child, 

it awoke once in a strange bed,
and now does so, again and again."

Fotoğraf: Sally Mann (Immediate Family)

23 Kasım 2010 Salı

yalnızlık


O yıllarda,
henüz ormanlarım bile yoktu içimde
izimi saklayacak,
ada bile değildim daha
gökyüzünde
bir gökyüzü bile değildim.

...

Müfrezelerin peşimde olduğu kaçmamdan belliydi çünkü;
koşmalıydım ben ve koşardım
ve bir süre sonra koşa koşa,
koşmak durmaya benzerdi.
Durmanın dışında koşmak bulamazdım o anda;
dururdum ve bir uçurum dolanırdı ayak bileklerime.
Yalnızlık, uçurumları giyinmektir biraz da.

Hasan Ali Toptaş - Yalnızlıklar

20 Kasım 2010 Cumartesi

aşka dair



...

Çünkü aşk hem taç olur başınıza hem çarmıha gerer sizi. Hem besler büyütür hem de budar sizi.
Yücelerinize tırmanıp okşar sever güneşte titreyen en körpe dallarınızı
İnip sonra aşağı, sarsar toprağa tutunmuş köklerinizi.

Mısır demetleri gibi derer aşk sizi.
Harman yerinde dövüp çırılçıplak bırakır.
Kabuklarınızı elemek için kalburdan geçirir.
Apak edinceye kadar öğütür sizi.
Yumuşayana kadar yoğurur;
Ve sonra sizi atar kutsal ateşine, Tanrı'nın kutsal şölenine kutsal ekmek olasınız diye.

Aşk bütün bunları, yüreğinizin sırlarına ermeniz ve bu bilgiyle Hayat'ın yüreğinin bir parçası olabilmeniz için yapacaktır.

Fakat eğer korkularınız içinde, sadece aşkın huzurunu ve hazzını aramaksa muradınız,
O zaman çıplaklığınızı örtüp aşkın döven yerinden çıkın daha iyi,
Girin güleceğiniz ama doyasıya gülemeyeceğiniz, ağlayacağınız ama bütün gözyaşlarınızı dökemeyeceğiniz o mevsimsiz dünyaya.

...

Fakat aşıksanız ve tutkularınız olacaksa mutlaka, şunlar olsun tutkularınız:
Erimek ve akan bir dere olmak ezgisini geceye söyleyen.
Tanımak aşırı muhabbetin sızısını.
Yaralanmak kendi aşk idrakinizle,
Ve kan ağlamak isteyerek ve sevinçle.

...

Halil Cibran - Ermiş

17 Kasım 2010 Çarşamba

saçmalık

-İşte geldim.
-Geç kaldın.
-Sen erken geldin.
-Erken mi geldim?
-Hayır, geç kaldın.

-Herkes erken çıktı bugün.
-Siz hepiniz?
-Hayır, benim işim vardı.
-Sen geç mi çıktın?
-Hepimiz, hepimiz geç çıktık.

-Gerçeği istiyorum.
-Gerçek diye bir şey yoktur.
-Gerçek yok mudur?
-Gerçeğe sadece yaklaşılır.
-Yok mudur, yaklaşılır mı?
-Saçma bir soru.

-Seni bulacağım, sonsuza dek.
-Geldim bak buradayım.
-Orada mısın, ben burada sandım.
-Buradayım zaten.
-Ha ben oraya gitmiştim, oradayım deyince.
-Buradayım demiştim ama.
-Ama ben oradaydım, o yüzden. Şimdi buradayım, sen neredesin?
-Buradayım.
-Ben oradayım, varırım birazdan.
-Buradayım demiştin?
-Saçmalama, orası burasıdır zaten.

-Ben her şeyi yanlış mı anlıyorum?
-Hayır, her şeyi değil.
-Yani bazı şeyleri doğru anlıyorum. Neleri?
-Öyle şeyler yok.
-Yani her şeyi yanlış mı anladım?
-Saçmalama, her şeyi değil.
-Neleri doğru anladım?
-Hep yanlış anlıyorsun ama.

-Çok akıllısın, işte o yüzden sen.
-Her söylediğime saçmalık diyorsun.
-Of, delisin sen.
-Deli miyim ben?
-Saçmalama, çok akıllısın.

-Saçmalık.
-Demin "Saçmalık" dedin.
-Hayır, saçmalama.

3 Kasım 2010 Çarşamba

bilgi


Eğer bir başkasıyla aramızdaki farkın bizde yarattığı ilk tepki genellikle bu farkın değerini, önemini saptayıp, değiştirmeye hiç niyetli olmadığımız derin bir uyuşmazlığı ele veren bir kültürel (ya da kişisel) farklılık mührüyle damgalamak oluyorsa, asla yaratıcı bir ortak yaşam kurmayı beceremeyiz ve daima saldırgan bir denetime dönüşen bir öfke ya da ikiyüzlü bir boyun eğiş yaratırız. Bu yüzden, bu dinamiğin kendiliğinden değişmeyeceğini, ancak durumun yeni bir düzeyde kavranması sayesinde değişme şansı olduğunu aklımızda tutarsak, bu düzeyin ne olduğunu aramadığımız sürece olagelmekte olanın süreceğini de anlamalıyız; yani çelişkilerimizi ortadan kaldırmak için ne düşüneceğimizi ya da ne yapacağımızı bilemediğimiz sürece her defasında değişmez kesinliklerimize biraz daha gömülecek, böylece yıkıcı bir kısırdöngü içinde toplumsal şiddetin daha da artmasına katkıda bulunmuş olacağız.

...

kendi kurucu süreçlerini tahayyül edemeyen, kendisini mahveden gerilimlerden kaçınmasını bilmeyen bir insanlık durumunda, yarattığımız bugüne hapsolmuş, esir olmuş ve yılgınlığa düşmüş durumdayız. Buna karşılık, eğer ortak yaşamımız bu tür süreçlerin anlaşılmasına dayansaydı ilişkilerimizden, bizi kendi gücümüzün sorumlu sahipleri kılacak bir anlayış çıkardı.

...

...sürekli geri dönüp tekrarlanan bir işlemle toplumsal olduğu kadar (dil) kendi kendini var eden süreçlerden geçerek, sürkli kendimize ilişkin tanımlar üreterek yaptığımız "insan olmak"tır. Yaptığından başkasını bilmek mümkün değildir. O halde insan olarak varlığımız sürekli bir insan yaratısıdır.

...

Dünyanın "mekanını" görmüyoruz, kendi görsel dünyamızı yaşıyoruz. Dünyanın "renklerini" görmüyoruz, kendi renk dünyamızı yaşıyoruz... Dünya o kadar bariz ve yakın ki onu görmek zor.

...

Aynadaki yansıma anı her zaman tuhaf bir andır: Başka türlü göremeyeceğimiz bir yanımızın farkına vardığımız andır - tıpkı bize kendi yaptığımızı fark ettiren kör noktayı gördüğümüzde olduğu gibi; tıpkı bunun yol açtığı körlüğü boşluğu doldurarak bastırdığımızda olduğu gibi.

...

1 - Her bilme eylemi bir dünya yaratır.
2 - Söylenen her söz biri tarafından söylenmiştir.

Bilgi Ağacı/Bilmeyi Bilmek - Maturana & Varela

fal

Uncomfortable questions

At this time you may try to come to a rational understanding of painful episodes in your life. You may ask critical and uncomfortable questions. Were all the rejections and dismissals and the scars they left behind really necessary? Is there such a thing as meaningless suffering? By asking these questions you try to come to terms with both your own and others' pain and suffering. We all have to deal with them, because life will confront us with such problems again and again. And even if old psychological wounds cannot be healed by asking probing questions or by analysing them, it is natural and necessary that your intellect refuses to accept this. These are questions that you can only ask yourself, as others may find them unsettling and hurtful.

Astro.com

13 Ekim 2010 Çarşamba

yorgunluk sigarası


Yorgunluğu geçirmiyor, onu dışa döndürüyor. Kendini jiletlemek gibi, kötü hali somutlaştırıyor. Vücut yorgunken bir sigara yaktığımda, yorgunluğum vücuda geliyor. Ve taşıyor. İşlevsel mi? Evet, bir anlamda. Şifalı mı? Hayır.
Öylesine bir dönüştürücü.

yürümek

Yürüme soyar, çıplak hale getirir, dünyayı nesnelerin rüzgarı içinde düşünmeye davet eder ve insana mütevazi ve güzel bir yaşamı hatırlatır. Günümüzde yürüyüşçü kişisel bir tinselliğin hacısıdır, yürürken derin düşüncelere dalar, alçakgönüllü, sabırlı olmayı öğrenir, yürüme bir tür gezici ibadet biçimidir, gezilen dolaşılan yerlerde hiçbir kısıtlama söz konusu değildir yürüyüşçü için, yürüyüşçünün çevresinde muazzam bir dünya vardır.
...
Yürümek, aslında yaşamın o kendine özgü zamanını yeniden bulmaktır.

David Le Breton - Yürümeye Övgü (kafcamus.blogspot.com)

10 Ekim 2010 Pazar

gülme


Komiği çirkinden ayıran şey nedir?
...
Biçimli bir kişinin başarıyla öyküneceği her türlü biçimsizlik komik olabilir.
...
Komik, çirkinlikten çok katılıktır. Karşıtı, güzellikten çok inceliktir.
...
İnsan bedeninin durumları, jestleri ve devinimleri, bu beden bize basit bir makineyi düşündürdüğü ölçüde gülünçtürler.
...
Ruhsal durumlarımız her an değişiyor, jestlerimiz tam olarak bu iç devinimlerimizi izleyip bizler gibi yaşasalar yinelenmeyecek, bu yüzden de tüm öykünmelere meydan okuyacaklardır.
...
Tümüyle insana özgü olanın dışında komik yoktur.
...
genellikle gülmeye eşlik eden duygusuzluk / dingin, düzgün bir ruh; aldırmazlık arı zeka / (İnsan komiğin tadını tek başına alamaz. Gülmenin bir yankıya gereksinimi var.)
...
Ne denli açık yürekli olduğu varsayılsa da gülme, gerçek ya da düşsel, öbür gülenlerle bir anlaşma, neredeyse bir suç ortaklığı art düşüncesi taşır içinde.
...
(gülmenin toplumsal yararlılık işlevi)
...
Öyle görünüyor ki komik, grup halinde toplanan insanların tümünün, duyarlıklarını susturup yalnızca zekalarını çalıştırarak, dikkatlerini aralarından birine yönelttikleri zaman doğacaktır.
...
(istem dışı hareketlerin, beceriksizliğin gülünçlüğü) / mekanik katılık, rastlantılar, insanoğlunun takılganlığı /aklı yaptıklarında değil hep önce yapmış olduklarında kalan bir kişi / duyularda ve zekada doğuştan gelen esneksizlik / dalgınlar
...
Nedeni ne kadar doğal bulursak, sonuç da o kadar komik görünür.
...
(Gülme: korkutucu değil ama bir belirti - toplumdan ayrıksılık belirtisi. Bir jest. Toplum da bu jeste açık baskı yerine bir jestle cevap verir.)
...
Uyandırdığı korku ile ayrıksılıkları bastırır, ayrı kalabilecek, uykuya dalabilecek kimi daha az önemli etkinlikleri sürekli uyanık tutar, karşılıklı ilişkide bırakır; kısacası, gülme toplumun yüzeyinde mekanik katılık olarak kalabilen ne varsa, bunları da yumuşatır. Demek ki gülme salt estetiğe bağlı değildir, çünkü (bilinçsizlik, hatta birçok özel durumlarda da ahlaka aykırı olarak) herkesi yetkinleştirme gibi yararlı bir amaç güder.
...
(Komik, yaşam ile sanat arasında sallanır.)
...
(imgelem mantığı x usun mantığı / düş; tüm toplumun düşü
...
Kılık değiştirme komiktir. (Doğanın, toplumun, insanın kılık değiştirmesi. makine süsü verilmiş doğa.)
...
(Toplumsal maskaralık: toplum yaşamının ciddi, törensel yanı / Törenin içeriğine değil sadece biçimine, dış görünüşüne dikkat kesilince tören komik olur.)
...
Ne kadar biçim ve formül varsa, komiğin içine gireceği bir o kadar da hazır çerçeve vardır.
...
Yaşamın üstüne kaplanmış bir mekanizma
Basit bir makine gibi çalışan bir memurun özdevinimi
Katı bir zorunlulukla uygulanan ve kendini doğa yasası yerine koyan bir yönetim kuralındaki bilinçsizlik
...
(gelotoloji: gülme bilimi. Psikolojik ve fizyolojik perspektiften, gülmenin vücuda etkileri. Komedi terapisi-Kahkaha terapisi-meditasyonu-yogası)
...
Varsayalım ki beden kendisini canlı yapan ilkenin hafifliğinden payını alacak yerde, bizim gözümüzde yalnızca ağır ve sıkıcı bir kılıf, dünyadan ayrılmak için sabırsızlanan bir ruhu orada alıkoyan baş belası bir safradır. O zaman ... giysi bedene göre ne idiyse, beden de ruha göre o duruma gelecek, yani canlı bir enerjinin üstüne konmuş cansız bir madde olacaktır. Bu üst üste gelmeyi kesin olarak algıladığımız anda da komik izlenimini alırız... Bir kişinin ruhsal yanı söz konusuyken, dikkatimizi bedensel yanı üstüne çeken her olay komiktir.

Henri Bergson - Gülme

27 Eylül 2010 Pazartesi

24 Eylül 2010 Cuma

bağlantı


...Akışan modern dünyamızın insanları,..., bir şeyden bahsederken başka bir şey için endişelenmiyorlar mı? Dileklerinin, tutkularının, amaçlarının veya rüyalarının ‘ilişki kurmak’ olduğunu söylüyorlar. Oysa ki aslında en çok ilişkilerinin yoğunlaşmasını ve pıhtılaşmasını nasıl önleyebilecekleriyle ilgilenmiyorlar mı? Esasında peşinde oldukları içine alan ilişkiler mi, dedikleri gibi, yoksa her şeyden çok bu ilişkilerin hafif ve gevşek olmasını mı arzuluyorlar, ki... her an bir kenara atılabilir olsunlar? Her şey söylendiğinde ve yapıldığında, gerçekten istedikleri nasıl bir tavsiye: ilişkilerin nasıl derlenip toplanabileceği mi, yoksa, ihtiyaç durumunda, acısız ve vicdan azabı duymaksızın nasıl sökülüp parçalara ayrılabileceği mi?...

Belki ‘ilişki’ fikrinin bizatihi kendisi de kafa karışıklığını artırıyor. İlişkiye bedbahtça ihtiyaç duyanlar ve onların danışmanları ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, kavram rahatsız edici ve endişe verici göndermelerinden tam anlamıyla sıyrılmamakta direniyor. Bulanık tehditler ve kasvetli önsezilere gebe hala; kuşatılmanın korkunçluğunu birlikteliğin hazlarıyla aynı nefeste anlatıveriyor. Belki de bu yüzden ‘ilişkilenmek’ ve ‘ilişkiler’ ile ilgili deneyim ve umutlarını belirtmek yerine, (akıl hocalarının yardım ve teşvikiyle) insanlar çok daha sıkça bağlantılar, bağlantı kurmak ve bağlantıda olmak üzerine konuşurlar. Eşlerden bahsetmek yerine, ‘ağlar’ üzerine konuşmayı tercih ederler. ‘İlişkiler’ dilinde gözden kaçırılan hangi meziyetler vardır ‘bağlantılılık’ dilinde?

‘İlişkiler’, ‘yakınlıklar’, ‘ortaklıklar’ ve benzeri kavramlar çift taraflı bağlanmanın altını çizerken zıttını yani serbest kalmayı dışarıda bırakır veya üstünden sessizce atlayıp geçer. ‘Ağ’ ise eşzamanlı olarak bağlanma ve bağı koparma üzerine kurulu bir matrisi temsil eder; bu iki etkinliğin aynı anda mümkün olmadığı bir ağ hayal edilemez... Bir ağda, bağlantılara talep üzerine girilir, ve bunlar isteğe bağlı olarak koparılabilir.

Bağlantılar, ‘sanal ilişkiler’dir. ‘Gerçek şeyler’in o ağır, yavaş, durgun ve karmakarışık halleriyle kıyaslandığında şık ve temiz, kullanımı kolay ve kullanıcı dostu bir görünüme sahiptirler.

Raplh Wald Emerson’un belirttiği gibi, ince bir buzda kayarken, hız kurtarıcınızdır. Nitelik umudunuzu boşa çıkardığında, kurtuluşu nicelikte aramaya yönelirsiniz.... Bir zamanlar bir ayrıcalık ve başarı olan hareket halinde olma durumu, bir zorunluluk haline gelir.... En önemlisi, hız sayesinde sahneden kovulması beklenen o nahoş belirsizlik ve o can sıkıcı hayal kırıklığı toz olmayı reddeder. Serbest kalma ve talebe bağlı sona erdirmenin hünerinin riskleri ve ortaya saldıkları endişeleri azaltmak değil, yalnızca farklı bir biçimde dağıtmak olduğu anlaşılır.

Zygmund Bauman - Liquid Love

22 Eylül 2010 Çarşamba

kök

hikmet-hakim-hüküm-ahkam-tahkim-mahkum-muhakeme-istihkam-müstahkem-hakem-mahkeme

5 Eylül 2010 Pazar

kurban



Bildiğin halde hala şaşırmak. Şaşırtması şaşırtan şeyleri kayıt altına almanın anlamı nedir? Şaşırma becerisini tutmak için mi? Daha hızlı alışmak, akıllanmak için mi?

İslam Fıkıh Ansiklopedisi demiş ki:

Kurbanlıktan Faydalanmak

...Kurban kesildikten sonra derisi satılmış ise parası tasadduk edilir. Ancak deriden mest, seccade vb şekilde istifâde edebileceği gibi eve demirbaş eşya almak üzere satmakta da bir sakınca yoktur (Serahsı, age, XII, 14)...

...Kurbanlık olan hayvan boğazlanmadan önce yavrularsa o da annesiyle beraber kesilir. Bu hüküm kendisine kurban vacip olmadığı halde kurbanlığı satın alıp kendine vacip kılan fakir hakkındadır. Çünkü kurban bizzat o hayvana taalluk etmiştir ki yavrusu da kendisine tabidir. Eğer bu yavru boğazlanmayıp satılırsa parasını tasadduk etmek gerekir. Şayet yavru eyyâm-ı nahr geçinceye kadar boğazlanmaz ve elde tutulursa tasadduk edilir (Serahsî, age, XII, 14). Zengin, yavruyu eyyâm-ı nahr'dan önce veya sonra kesebileceği gibi eyyâm-ı nahr'da diri olarak tasadduk da edebilir. Eğer eyyâm-ı nahr'da satılmış olursa kıymeti tasadduk edilir. Yavru kesilmez ve satılmaz ise diri olarak tasadduk edilir (Kâsânî, V, 78-79; el-Fetâva'l-Hindiyye, V, 301)...

Kurbanda Vekâlet

...İki müslüman yanılarak birbirlerinin kurbanlarını kendi adlarına kesmiş olsalar vacibi yerine getirmiş olurlar ve kestiklerini değişmek suretiyle kendi hayvanlarını alırlar (Kâsânî, age, V, 67-68). Eğer böyle bir durumu etler yenildikten sonra farkederlerse helâlleşirler. Aralarında anlaşmazlık çıkarsa birbirlerine kurbanlıkların değerini öderler...

Kurbanda müstehap olan şeyler

...Hayvana kurbanlık nişanı takmak, işaretlendirmek. Kesilecek yere güzellikle, eziyet vermeden götürmek. Kurban bıçağının çok keskin olması. Hayvanı kesildikten sonra soğumaya ve canın iyice çekilmeye bırakılması, soğumadan ve can çekilmeden önce yüzmek mekruhtur. Kurban sahibinin kurban etinden yemesi. Çünkü bu Allah'ın bir ziyafetidir.

4 Eylül 2010 Cumartesi

kim


and who by fire,
who by water,
who in the sunshine,
who in the night time,
who by high ordeal,
who by common trial,
who in your merry merry month of may,
who by very slow decay
and who shall i say is calling?

and who in her lonely slip,
who by barbiturate,
who in these realms of love,
who by something blunt,
and who by avalanche,
who by powder,
who for his greed,
who for his hunger,
and who shall i say is calling?

and who by brave assent,
who by accident,
who in solitude,
who in this mirror,
who by his lady's command,
who by his own hand,
who in mortal chains,
who in power,
and who shall i say is calling?

Leonard Cohen - Who by fire

uyku


En çok ihtiyaç duyduklarımızla savaşmak nedendir? Uyku uyunur, uyumamak niye, uyuyamamak niye? Sonra bunun üzerine ve niyesi üzerine ve niyesi üzerine düşünüldüğü için mi uyunamadığı üzerine halka halka halka ekleyip büyük bir uyku düşüncesi yaratmak niye? Ki bu hafızayla zaten uyumak daha da zorlaşacaktır. Uyumak bir seçim meselesi mi? Unutmak bir seçim meselesi mi? Yoksa temel ihtiyaçlar mı bunlar?

Uzun süre uyuyamadığımızda bilincimiz açık olsa da beyin fonksiyonlarının çok büyük bir kısmı durur ve ayrıca çok uzun süre uyuyamadığında insan çok fena ağlayabilir, çok fena çığlık atarak.
Ve insan genelde unuttuğu en önemli şeylerin ne olduklarını hatırlayamaz, hatta bilemez diyelim:

uyku kardeşim, ver elini
usul usul, damla damla, beraber
eriyelim
eriyelim
sonra bembeyaz, fukara bir bacada
tekgöz olmuş umutlarla sevdalarla
tütelim
eriyelim
mavi mavi
ince ince
usul usul
eriyelim

3 Eylül 2010 Cuma

açıklık

Şimdi bu kabuklar evreninde varoluş mücadelesi veren çirkin ördek yavrusu bir model var: Açıklık.

Günlük hayatın debisini ve birbirine muhtaç sosyal varlıklar olduğumuzu düşünelim. Açıklık (veya dürüstlük) ancak uzak ve dumanlı bir ilke (ülke) olarak sayılabilir. Akılların bir köşesinde duracak ve zaman zaman seçilerek "uygulanabilecektir". Evrenimiz açıklığı zaman zaman ve seçerek uygulamalarla oluşturulur.

Böylece, açıklık modeli hep tamamını imler ve hep bir kısmını alır. İçerde kalan kısımlar da dışarıda kalanlarca belirlendiğinden, birbirlerini tutmaz hiç. "Hatırlayamadıkların, unutamadıklarını anlatır" gibi, açtıkların da aç(a)madıklarını işaret eder. Ne de olsa kaybetmek var sonunda, kabuğunu kaybetmek veya kabuğun arkasını göreni. Böylece, açık olmak gibi açık olmayı istemek de ancak sınırlı şekilde var olur.

Açıklığın bir takıntı olarak günlük hayatın merkezine çekilmesi, diğer bir deyişle varılacak son ülke olarak mühürlenmesi, yaratıcı öznenin ruhsal yaşamını öldürebilir. Bu büyük bir paradoks demektir. (Ben yaşıyorsam vatan sağolur.)

Evrene örnek olunmaz. Evrene beklenti sunulmaz. Evren kümesinin elemanlarından kümeye ait olmayan mallar talep edilmez ve alınamaz. "Gerçek", kitlesel açıklıkla değil, bağlı kalınan evrenden gelecektir, eğer bir gün gelecekse. Zamanın gibi yaşamaktan başka çare yoktur. Zamanın gibi yaşamanın tekil ve çoğul yolları vardır yalnızca.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

kabuk


Her şeyin bir kabuğu var. İnce, kalın, çok kalın.
Ara modeller de var, buçuklu. Biri mesela, kalın-transparan. Arkada bütün kılları tüyleri kırıkları görürsünüz ancak katiyetle elleyemezsiniz. Bazısı çok film olmak istediğinden kalın tutar ama malzeme kalitesiz veya eprimiş olduğundan içini gösterir. Bazısı çok hakiki olmak istediğinden şeffaf tutar ama malzeme hassas olduğundan kalın bir örtüyle korunması gerekir.
Film mi gerçek mi, onu da uzun zaman bilemezsiniz.

Fotoğraf: Rinko Kawauchi

24 Ağustos 2010 Salı

bekaret


Kızlık; sonsuz; ebedi; saflık; temizlik; masumluk; sanat ve düşüncede özgünlük, yenilik; doğallık; tazelik.

Böyle düşününce dünya, ki düşünüyor, bekaret en şuursuz kayıp. Onu bir yerden kaybetsen de, bir yerden saklamalı, olmasa da hiç kimsede hiç öyle bir şey, sadece sembolik de olsa, hatta tutup erotik de olsa bir bekaret, elbet onu da isterim diyor dünya.

görünen


Görünen, gözle görülmeyen, sözle anlatılmayandır. Bu yüzden görülemez pek. İlle kelamını bekler insan. Neden? Görüneni görmek korkutur. Korkunun ezberi güçlüdür.

Ama insan bazen yanar, bazen üşür, bunlar olur. Bunlar neden ezberlenmez hiç? Hatalar neden ezberlenmez? Eris, neden sayılmaz?

Kendini, ruhunu yüce görmek ister insan.
Ya da, inanmak ister.

kalp


Bize hayat veren organımız. Tek. Atıyor, bazen çok hızlı, çok farklı sebeplerden. Atarken ne istiyor? Sahibi tarafından duyulmak, hayat verdiği tarafından. Atışlarına alışılmasın, unutulmasın, yalnızca çok atınca duyulmasın, haksızlık edilmesin.
Bir kalp önce kendisi için atmak ister. Diğer kalpleri duymayı, yeni bir ritim öğrenmek ve daha iyi olmak için, önce kendisi için ister. Daha doğruyu atmak, olmayı bekleyeni oldurmak için. Ama sahipler, canını sokakta bulmuşlar, armağan almışlar, onu anlamaz hiç, dinlemez. Dünyanın en büyük haksızlığı, belki de aklın kalbe yaptığı. İçini onca soysuz duyguyla doldurarak. Ama anlatamaz kalp, atarak anlatılmaz.

Bir gün kalbi kalpten duymak nasip olsa insana...

19 Ağustos 2010 Perşembe

basit


Basit, basit, basit
An basit, zaman basit
Yıllar geçsin bak gör
Çok zor

Basit, basit, basit
Konuşmak basit, düşünmek basit
Yapmaya kalk ve gör
Çok zor

Basit, basit, basit
Sen basit
Ben basit
İkimiz olalım bak gör
Çok zor

Bir tek sen varsın
Hiç zor olmayan
Yaşanmadıkça hiç sorulmayan

Basit, basit, basit
Kalmak basit, almak basit
Ver desinler bak gör
Çok zor

Bir tek sen varsın
Hiç basit olmayan
Yaşanmadıkça hiç sorulmayan
Bir tek sen anlarsın
Doğrularda sorun var
Sen ağlarken onlar gülüyorlar

Basit, basit, basit
Doğmak basit, ölmek basit
Yaşamaya kalk ve gör
Çok zor

18 Ağustos 2010 Çarşamba

çocuk


When the child was a child 

It walked with its arms swinging,

wanted the brook to be a river,

the river to be a torrent,

and this puddle to be the sea.

When the child was a child,

it didn’t know that it was a child,

everything was soulful,

and all souls were one.

When the child was a child,

it had no opinion about anything, 

had no habits, 

it often sat cross-legged,

took off running,

had a cowlick in its hair,

and made no faces when photographed.

When the child was a child,

It was the time for these questions:

Why am I me, and why not you?

Why am I here, and why not there?

When did time begin,
and where does space end?
Is life under the sun not just a dream?

Is what I see and hear and smell

not just an illusion of a world before the world?

Given the facts of evil and people.

does evil really exist?

How can it be that I, who I am,

didn’t exist before I came to be,

and that, someday, I, who I am,

will no longer be who I am?

When the child was a child, 

It choked on spinach, on peas, on rice pudding, 

and on steamed cauliflower,

and eats all of those now, and not just because it has to.

When the child was a child, 

it awoke once in a strange bed,

and now does so again and again.

Many people, then, seemed beautiful,

and now only a few do, by sheer luck.
It had visualized a clear image of Paradise,

and now can at most guess,

could not conceive of nothingness, 

and shudders today at the thought.

When the child was a child,

It played with enthusiasm,

and, now, has just as much excitement as then,

but only when it concerns its work.

When the child was a child,

It was enough for it to eat an apple, ... bread,

And so it is even now.

When the child was a child,

Berries filled its hand as only berries do,

and do even now,

Fresh walnuts made its tongue raw,

and do even now, 

it had, on every mountaintop,

the longing for a higher mountain yet,

and in every city,

the longing for an even greater city,

and that is still so,

It reached for cherries in topmost branches of trees

with an elation it still has today,

has a shyness in front of strangers, 

and has that even now. 

It awaited the first snow,

And waits that way even now.

When the child was a child,

It threw a stick like a lance against a tree,

And it quivers there still today.

Peter Handke - Song of Childhood (Wings of Desire)

16 Ağustos 2010 Pazartesi

sevgi


Bireyselliğimizin temel çekirdeğini fikirlerimiz ve yaşantılarımız oluşturmaz; bu bireysellik, yaratılışımız üzerine değil, daha ince, daha uçucu ve bütün bunlardan bağımsız bir şey üzerine kurulmuştur. Bizler, her şeyden çok, içsel bir seçmeler ve itmeler dizgesinden oluşmuşuzdur. Her birimiz, dizgesini içinde taşır; bu dizge az ya da çok ölçüde, hemen yanıbaşımızdaki kişinin dizgesine benzer; her zaman tetikte ve hazırdır; hoşlandığımız ve hoşlanmadığımız şeylerden oluşan bir piller dizini gibi, bizi bir şeyden yana ya da bir şeye karşı harekete geçirmeyi bekler. Bir benimseme ve yadsıma düzeneği olarak yürek, kişiliğimizin temelidir. Bir durumu bütünüyle tanımadan, belli bir yönde, belli değerlere doğru çekilmekte olduğumuzu görürüz. Bundan dolayı yeğlediğimiz değerlerin öne çıktığı durumlarda olağanüstü bilgeleşir, duyarlıklarımıza yabancı olan değişik eşit ya da üstün değerlerin öne çıktığı durumlarda da görmez oluruz.

Büyük bir düşünürler topluluğunun bugün candan desteklediği bu fikre, başka hiçbir yerde rastlamadığım ikinci bir fikir eklemek istiyorum.
Başka bir insanla birlikte yaşarken, en çok ilgimizi çeken şeyin onun inandığı değerler dizisi, yeğlediği şeyler olmasında anlaşılmayacak bir şey yoktur çünkü, o insanın varlığının kökeninde ve kişiliğinin kaynağında bunlar yatar. Benzer biçimde, bir çağı anlamaya çalışan tarihçi de, her şeyden önce o dönemde yaşayan insanların ağır basan değerlerinin bir listesini çıkarmaya çalışır. Yoksa o çağın belgelerinin tarihçiye açıkladığı gerçekler ve bildiriler, ölü birer mektup, birer bilmece, birer sessiz oyun olup çıkar; derinlerine inemediğimiz, o kişinin gizli 'ben'inde ne gibi değerlere hizmet ettiğini yakalayamadığımız zaman, başkalarının söz ve davranışları da tıpkı böyledir. Bu ben, yüreğin oluşturduğu bu çekirdek, aslında büyük ölçüde onu içinde taşıyan - daha doğrusu onunla birlikte doğmuş olan - bizden, kendimizden bile saklanmıştır. Bu çekirdek, yeraltının yarı karanlığında, kişiliğin mahzeninde iş görür; onu algılayabilmek, ayaklarımızı bastığımız toprak parçasını görmek ölçüsünde güçtür. Gözbebeği de kendisini görmez. Üstelik, yaşamlarımızın büyük kesimi kendi çıkarımız için oynadığımız iyi niyetli bir güldürüden oluşur. Bize ait olmayan davranışlar edinir, üstelik bunları, başkalarını kandırmak için değil, kendi gözümüzde kendimizi yüceltmek için, tüm içtenliğimizle oynarız. Kendimizi oynayan bizler, toplumsal çevrenin ya da istemimizin organizmamız üzerinde yarattığı ve gerçek yaşamlarımızın şimdilik yerine geçen yapay etkilerin dürtüsüyle konuşur ve davranırız. Okur bir an durup da kendini çözümlemeye girişirse, "kendi" fikri ve duygularının büyük bir kesiminin kendisine ait olmadığını, bunların kişisel ben'inden kendiliğinden doğmadığını, tersine yoldaki tozun gelip yolcunun üstüne konması gibi, toplumsal çevreden gelerek onun içindeki en derin koyakta birikmiş başıboş fikirler ve duygular yığını olduğunu şaşkınlıkla - belki de korkuyla - keşfedecektir.

Öyleyse edimler ve sözler, bir konuşucunun içindeki en derin gizleri çözmeye giden en iyi ipuçları değildir. Bunların ikisi de hem denetlenerek değiştirilebilecek hem de taklitle edinilebilecek şeylerdir. Suç işleyerek bir servet biriktiren hırsız, bir gün bir insanseverlik ediminde bulunabilir ama gene de hırsız olmaktan kurtulamaz. Sözleri ve edimleri çözümlemek yerine, önemsizmiş gibi görünen şu şeylere bakmak daha yararlıdır: el kol hareketleri, yüzdeki anlatım. Önceden düşünülüp hazırlanmadıkları için bunlar, derinlerde yatan gizleri ele verir, genellikle tam bir doğrulukla yansıtırlar.

Ortega Y Gasset - Sevgi Üzerine

wovon

İnsan neyle yaşar?
İnsan neyle yaşar: Ezip hiç durmadan.
Soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları.
Yaşayabilmek için hemen unutmalı
İnsanlığı unutmalı insan.
Katı gerçek budur, kaçınılmaz.
Kötülük yapmadan yaşanmaz.

Bertolt Brecht - Üç Kuruşluk Opera

10 Ağustos 2010 Salı

gelenler

Şu sıralar Türk Dil Kurumu sözlüğünü çok derin buluyorum. Çeşitli genişlemeler yaratıyor sözlüğe bakmak illa ki. Mesela, daral tembellik demekmiş. Ne hoş! Tembelliğin çok çalışırken ve yorulurken de gelebilen bir versiyonu.

Çalışmakta olan kafanın yorgun tembelliği veya tembellik yorgunluğu. Veya: Hafta sonu içkisi yorgunluğu, bok koklama ve temizleme yorgunluğu, daima kirli hissetme yorgunluğu, makale yazamama yorgunluğu, referans verememe yorgunluğu, referans olamama yorgunluğu, yalnız kalamama, insan kaldıramama, uyuyamama, başkasına çalışan olma, daima yorgun olma yorgunluğu.

Doğru; belki de burada bir tembellik var. Düşünülmemesi gerekenler ile kafa doldurma tembelliği. Düşünülmemesi gerekenleri düşünmek daha kolay olduğundan mı? Alışkanlık. İşin aptallığı: Bu sefer de sürümden kazanıyor yorgunluk; daral oluyor. Ve geliyor.

Daral geliyor: Kafayı yordukça çıkamamak - yormamak için yorduklarından kalan yorgunlukla uğraşırken uykuya düşmek - mi düşememek mi derken bir sigara - baş ağrısı - uyku - mu okumak mı yazmak mı bakmak mı - derken yorgun bir uyku - yorgun bir kalkış, dalgın bir duş ve yorgun yağlı poğaçalı vejetaryen kahvaltı ve b12’sizliği düşünürken b12’siz bir öğlenden sonra b12 araştırmak için çalışılmak için araştırırken uyunan bir akşam üzerinden sonra b12’li gıdalar alınamayacak ve neydi onlar hatırlanamayacak kadar yorgun bir dönüş yürüyüş-sürünmecesi.

Şimdi bu işten eve taşınan beden ve yazıyla gelen nedir tam olarak? Daral mı? İlham mı? Herhalde yalnızca gelenler geliyor, şimdilik gelebilecek olanın hepsi.

5 Ağustos 2010 Perşembe

çuvaldız



"İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır."

Doğrusu bu işte! Türk Dil Kurumu resmen açıklamış. Ne kadar anlaşılır geliyor şimdi. Fedakâr kültürümüzün atadedeleri işte olaya apaçık böyle bakmış. Bir kere batırmak var, oranlar da var, sıralama düzgün, beklenti gerçekçi. Atalar gerçekçi olurlar genelde...

Oysa ne zorlanmıştım, ilk duyduğumda. Aklım hemen şöyle çevirmişti, nedense:

"Çuvaldızı kendine, iğneyi başkasına batır."

Anneannem'le (anânem) tartışmıştık ilk: "Olur mu güzel kızım? İğne küçük. İğneyi kendine batırınca, uff canın yanacak. Çuvaldız daha büyüğü. Sonra onu zaten batıramazsın kimseye."

Anlayamadım. Bir kere neden kendime küçüğünü batırıyorum? En büyüğü neymiş, onu bir görmek gerekmez mi? Burada bir hinlik var ama ne?

Hem sonra, kendime iğne batırınca, canım yandı diyelim. Niye başkasına başka bir şey batırmayayım ki? Madem mevzu önce benim canımın acısı, ona çuvaldız da batırırım bıçak da tornavida da! Zaten bu her kimse, anlamak için kendime bir şeyler batırmışım, kendi canımı yakmışım! Şimdi o öylece yürüyüp gidecek mi? Çuvaldız ne olacak peki? Çuvaldız niye var peki?

Pekala da batırırım! İstediğimi batırırım! Hatta işim iyice kolaylaşır. Derim ki mesela: İğnenin acısı bir başka olur, onu saaade çeken bilir. Onun yanında bıçak ne ki, tornavida ne ki, penis ne ki, cop ne ki...

***

Anlayamadım, kafam karıştı, sustum. Ama ikna olmayı da severdim; işleri kolaylaştırır, karnın çok ağrımaz. Tamam, iğneyi kendime. Ha iğne ha çuvaldız. Sonuçta insan önce kendine.

Peki, iğneyi seçtim, batırıyorum, batırıyorum.. Batırdım, uff. Evet şimdi gereken nedir? Ötekine bir şey mi batırmalıyım? İlla çuvaldız mı batırmalıyım? Sonra o bana geri ne batıracak? Bu ne kadar daha böyle sürecek?

Yani zaten ben bu sahnedeki vahşetin özünü kavrayamadım ki. Arkadaşlar, neden birbirimize bir şeyler batırıyoruz?

Sonra şöyle anlıyorsun: Hayat! Ben! O! Onlar! Biz! İnsan! Veee... çünkü insanlar.

Geriye ne kaldı? E, bari iğneyi kendine batır, çuvaldızı başkasına.

Yıllardır hiç ihtiyaç duymadığımı fark ettiğim bu laf az evvel anısıyla beraber tepeme düştü. Google’ladığımdan çıkan akılda kalıcı ve daha bir hoş sonuç şudur: Atasözünü tam da benim tarzımda karıştıragelen, hatta bunu üşenmeyip forumlarda birbirlerine soran bir kitle var! Çuvaldız mı kendimeydi gibi tuhaf bir karışıklığı böyle anonimce paylaşmayı beklemezdim. Artık bu durum mu bu beklemezliğim mi tuhaf bilemedim, ama güzel.

İş saatinden kendi keyfine çalmaca yazısı

15 Temmuz 2010 Perşembe

pencereler

"Bir keresinde filozoflardan biri, ruhu, penceresi olmayan bir evle karşılaştırmıştı. İnsanlar birbirlerini hiç görmeden birbirleriyle ilişki kurar, konuşur, iş yapar, birbirlerini izler. Bu bağlamda, insanların birbirleri hakkında sahip olduğu düşünceleri şöyle açıklamıştı filozof: Tanrı herkesin ruhuna ötekilerin resmini, dış etmenlere göre değil, yaşam boyunca tamamen insan ve dünya bilinci olarak gelişebilen bir imge olarak işlemiştir. Ne var ki bu varsayım kabul edilebilir değildir. İnsanların birbirleri hakkında sahip olduğu bilgi, tanrıya temellendirilemez; demek istediğim, sözü edilen evlerin küçük de olsa pencereleri olduğudur; ancak bu pencereler, dışarıda olup biteni dar ve eğri çerçevelerden içeriye yansıtır.

Eğrilik, duyu organlarının algılama biçiminden çok, haletiruhiyenin kederli veya sevinçli, endişeli ya da hırslı, boynu bükük veya dik, karnı tok ya da aç, donuk veya canlı oluşuyla ilgilidir ki yine bu ruh hali, hayatımız boyunca yaşantımızın şeklini ve karakterini belirleyen temeli oluşturur. İşte insanlar arası iletişim, elimizde olmayan dış etmenlerden ayrı, bu temele dayanır. Kapitalist toplumlardaki iletişimin genel geçerli şeklini şu iki imgeyle özetleyebiliriz: Oyun oynarken arkadaşlarına kızdığı için eve çağırılan çocuk, hasta amcasını ziyaret ederek hatasını telafi eder. Galler Prensi yeni kabriosunun direksiyonunda, yaşlı bir bayanın önünden geçer.

Evlerin pencerelerini tamamıyla açabilen tek bir rüzgar biliyorum: Ortak keder."

Max Horkheimer - Alacakaranlık - Monadlar Öğretisi

28 Haziran 2010 Pazartesi

rüya



Tokyo'da yalnız olmak zor. Her şey çok pahalı. Yağmur yağar, sık sık.
Ben yalnızca bir kez gittim; rüyamda. Her şey beyaza yakındı, çok pahalıydılar ve yağmur yağıyordu sık sık. Yapamadım. Ölemedim de. Tam köşeye sıkışmış, kadrajın en alt köşesine ve kilo veriyordum yukardan aşağı. O geldi, tepeden, kocaman.
Ben büyüdüm, kocaman. Oturdum. Üstümden geldi, yüzüme eğildi, yanağımı öptü. Sonra küçüldü, omzumdan kaydı, kucağıma oturdu, kafasını kaldırdı, bana baktı. Kocaman. Sonra minicik, sonra tastamam. Sonra... sonrası yoktu.

Rüyamda Tokyo'da yürüdüm. Özlemin özlemi, fikrin fikriyle. Sokakları çizdim, insanları boyadım, şehri yaptım, bütün şehri, tek bir rengin tonlarıyla.
Sonra o renkten çökeldim kadrajın en alt köşesine. Çünkü tek şehir, tek O, tek bir renk olmaz. Peki nerede diğerleri?

Belki ben dünyadaki ilk dili yapsaydım, sonra da dünyadaki ilk şehri yapsaydım, belki ben o şehre "tokyo" diyecektim ve bu dünyanın ilk kelimesi olacaktı. Hiçbir şey bilmeden. Büyük harfe ihtiyacı olmayacaktı. Tokyo'da olmak için rüyaya gitmeye ihtiyacım olmayacaktı. Bilmemenin özkütlesi olmayacaktı. Uzak hikayeleri, pahalı biletleri, onu hayal etmekten uzaklaştıran başka yapıcılara ait onca yabancı ayrıntısı olmayacaktı. "benimtokyom" olacaktı.

Bu benim rüyam, şehir de benim şehrim olmalı ya. Olmuyormuş. Başkaları rüyamı da istila edebilirmiş her an, böyle olmuş tarihte çok zaman. Hikayeler tek renk yazılmıyormuş. Peki nerede diğerleri?

O, Siz, Onlar. Siz fikirler, fikirlerinizin fikirleri. Fikirlerinizin fikirlerinin fikirleri de var mı peki? Yakın, uzak, çok uzak. Tek, topak, Mopak. Yani, çoklukta birlik ve onun hamur hali ve o hamurun markalaşmış hali ve o markanın sanal bir sayfaya yazılmış hali ve o çoklukta birliğin hamurunun markalaşmışının sanal bir sayfaya yazılmış halinin Siz Fikirler'e sunulmuşu da, işte burada!

Çıkın rüyamdan! Girecekseniz doğru dürüst girin. Girdiyseniz lütfen haber verin.

Gerçek bir rüyadan çıkartılmıştır.

20 Haziran 2010 Pazar

yağmur



Evey Hammond: Sen, beni hapsettin? Sen, bunu bana yaptın? Saçımı sen kestin? Sen bana işkence ettin? Bana işkence ettin! Neden?
V: Korkusuz yaşamak istediğini söylemiştin. Daha kolay bir yolu olmasını dilerdim, ama yoktu.
[Evey fısıldar, "Aman Tanrım...?]
V: Biliyorum beni asla affetmeyebilirsin... ama bu yaptığımı yapmanın benim için ne kadar zor olduğunu da anlamayacaksın. Her gün şimdi senin bende gördüğün her şeyi kendimde gördüm. Her gün bunu sona erdirmek istedim, ama sen vazgeçmeyi reddettiğin her seferinde, biliyordum ki yapamazdım.
Evey Hammond: Sen hastasın! Sen kötüsün!
V: Bunu sona erdirebilirdin, Evey, vazgeçebilirdin. Ama yapmadın. Neden?
Evey Hammond: Beni yalnız bırak! Senden nefret ediyorum.
V: İşte bu! Görüyor musun, ilk başta ben de nefret olduğunu düşünmüştüm. Nefret bildiğim tek şeydi, o benim dünyamı inşa etmişti, beni hapsetmişti, bana yemeyi, içmeyi, nefes almayı öğretmişti. Damarlarımdaki tüm nefretle ölüp gideceğimi düşünmüştüm. Ama sonra bir şey oldu. O şey bana oldu... tıpkı sana olduğu gibi.
Evey Hammond: Kapa çeneni! Yalanlarını duymak istemiyorum!
V: Sanatçıların hakikati anlatmak için yalanları kullandığını senin baban söylemişti. Evet, ben bir yalan yarattım. Ama sen buna inandığın için, kendi içinde gerçek olan bir şey buldun.
Evey Hammond: Hayır.
V: O hücrede gerçek olan şey şimdi de o kadar gerçek. Orada hissettiğin şeyin benimle hiçbir ilgisi yok.
Evey Hammond: Artık hiçbir şey hissedemiyorum!
V: Bundan kaçma, Evey. Bütün hayatın boyunca kaçtın.
Evey Hammond: Ben... nefes alamıyorum. Astım... astım! Küçükken...
V: Beni dinle Evey. Bu hayatının en önemli anı olabilir. Kendini ona bırak... Senden anne babanı aldılar. Senden kardeşini aldılar. Seni bir hücreye koydular ve hayatın dışında alabilecekleri her şeyi aldılar. Ve sen olanın bundan ibaret olduğuna inandın, değil mi? Geriye kalan tek şey hayatındı, değil mi?
V: Başka bir şey buldun. O hücrede hayatta kalmaktan daha fazla önem verdiğin bir şey buldun. Onlara istediğini vermezsen seni öldürmekle tehdit ettiklerinde oldu bu. Kendi ölümünle yüzleştin, Evey. Soğukkanlıydın. Sakindin.
...
V: O zaman hissettiğini şimdi de hissetmeye çalış.
Evey Hammond: Ah tanrım... Hissettiğim...
V: Evet?
Evey Hammond: Başım dönüyor. Havaya ihtiyacım var. Lütfen, dışarı çıkmalıyım.
...


Evey: Tanrı yağmurda!

V for Vendetta - 2005

6 Haziran 2010 Pazar

kutular

"Pardon!"

...

"Pardon, bir saniye. Bakar mısınız?"

...

"Afedersiniz, bi, bi bakabilir misiniz?"

...

"Pardon, bişey sorabilir miyim acaba?"

"Bir şey sorabilir miyim? Öncelikle teşekkürler vakit ayırdığınız için. Ben Ayşe. Sıradan bir ismim olduğu için sokakta böyle bağırarak dikkat çekmek istediğimi düşünmüyorsunuz umarım. Şimdi size ismimi söyledikten sonra yani. Aslında bu kadar düşünmek iyi değil, biliyorum. Kısaca özetleyeyim, ben size, aslında siz olmanız tamamen tesadüfi oldu çünkü ilk siz durdunuz, yani kim durursa, ben ona... Aslında buna da pek tesadüf denemez ya, bir yerden bakarsanız her şeyin bir sebebi vardır. Sonuçta benim bir sorum vardı. Kime derseniz, soruma yanıt vermeye tenezzül edecek ilk kişiye, ve o talihli siz oldunuz. Hahahahahah!... Afedersiniz, size güldüğümü, hatta sizi böyle kendi kendime gülmek için durdurduğumu düşünmediniz umarım, asla böyle bir şey yok. Olan şu, benim bir sorum var, size. Aslında bir veya birden çok soru olarak da kurgulanabilir. Kurgu hem birleştirmek hem parçalamak yönünde işleyebilir. Ama önemli olan içerik aslında, şu anda en azından. Tabii bu da bir başka zaman tartışılabilir, daha geniş bir zamanda, eğer siz de isterseniz tabii... Saatinize baktınız, kaç olmuş acaba, geç olmamıştır umarım. Esasında söylemek istediğim, hakikaten bu günlerde en çok düşündüğüm şey bu, gerçi herkes düşünmüştür bir zaman elbet ama nedense bana... Ah durun, lütfen durun, CANINIZI SIKMADIM UMARIIIIMM!"


...

"Pardon! Afedersiniz!"

...

"Merhaba. Az önce bir bey gitti, sizden biraz önce sadece. O da burada olsaydı ona da sorabilirdim, sizinle beraber tabii, veya sizsiz, yani nasıl isterseniz. Her neyse, ne diyordum. Benim size bir sorum olacaktı. Nasılsınız? Anlamadım diyeceksiniz. Diyebilirsiniz tabii. Aslında bugün burada olmamın nedeni bu. Ben de anlayamıyorum. İnsanlar nasıllar acaba? Ne kadar benim gibiler? Hayır yani, şu anda birileri illa benim gibi olsun, hissetsin falan gibi bir derdim hiç yok. Sadece merak. Ama sormayın, nasıl bir merak bendeki. Kutularım var. Evet, kutu. Kafamda. Kim ne zaman koydu onları oraya, bilmiyorum. Kendimi düşünür buldum beri oradalar. Yalnız bazıları çok dolu, renkleri de koyu. Bazıları hep boş kalıyor. Bunlar, yani dolu olanlar, tabii doluluk oranı değişebilir, ona bir şey demiyorum, şimdi iddia etmiş olmayayım, arada bir taneciği boş da kalabilir belki, birkaç gün belki. Ne diyordum? Bunlar, bu dolu olanlara ‘olumsuzlar’ deniyormuş. Diğerlerine de ‘olumlular’, hani, genelde, boş olanlar. Veyahut kötümser ve iyimserler. Mesela kötülük ve iyilik. Kara ile ak da böyle kutulanabilirmiş. Ahlaksız, ahlaklı. Ölüm, yaşam. Yalan ile gerçek. Ah şimdi size saysam, inanın bitiremeyiz. Ben geçen gün bir şey keşfettim, bu aynı zamanda doğruymuş da sanırım, ‘denge’ lazımmış. Hepimize lazımmış aslında, bakmayın. Bugün ben çıktım aramaya, yarın belki siz, öbür gün o öbür bey. Yanisi şu, o kutuların hepsi biraz dolu, biraz boş olacak. Ama hepsinde bir şeyler olacak.

...

Mesela biri sizi aldattı diyelim. Kandırmak olur, göz oyunu, ışık oyunu, duygu oyunu. İşte biri sizi aldattı diyelim, bir şekilde, onu hangi kutuya koyarsınız? Denge diyormuş ki, biraz iyiye koy, biraz kötüye koy, biraz yaşamdan, biraz ölümden yesin, mesela. Ama ben hep gidiyorum, onu kötüye sokuşturuyorum. Takıntı işte. Çok denedim, denemez miyim? Neşeli uyandığım her sabah koşup, kendimden bile gizleyerek, onu aldım ölümden, aldım yaşama koydum mesela. Sırf meraktan. İyiye koydum, güzele koydum, özele koydum. Kötüden, pisten, kakadan aldım, önce temizledim parlattım, sonra koydum. Ama bir zaman geçti, çok da uzun geçmedi. Kötü kokular gelmeye başladı, bir baktım her taraf küf atmış, kurt basmış. Kızdım sinirlendim, aldığım gibi onu koydum eski yerine.
Sonra ona benzeyenlerin hepsini onun yanına tıktım. Tıktım tıktım. Sıkıştılar mı, havasız mı kaldılar diye düşünmedim. Hadi onları düşünmedim, kafamı niye düşünmedim, kutucuklarımı niye düşünmedim?
Bazısı patladı, bazısı büzüştü içine çöktü. Kutularım yok oluyor. O zaman ben de çıktım kafamdan, koştum geldim. Şimdi size soruyorum. Siz nasılsınız? Nasıl yaparsınız yani, kutularınızı? İnsanları, böcekleri, sistemleri, duyguları, fikirleri, arzuları, gözyaşını, kahkahayı, erdemi, yanılsamayı, zekayı, aptallığı nerelere koyarsınız? Yerlerini değiştirir misiniz, kötü kokular alır mısınız? Hiç değişmezlerse peki, kendi kendinize konuşur musunuz, sürekli?
Ha bir de, geçen gün ben bir şey keşfettim. Bazıları kutusuz yaşarmış. Düşünebiliyor musunuz, kutusuz! Her şey aynı yerde, onca koku, onca çarpışma, onca farklı hız, farklı heves aynı yerde tıkış tepiş. Nasıl olur? Bunu hele hiç anlamadım. Siz anladınız mı? Hey, HEY! VAR MI SİZİN DE KUTUNUUZZ!"

...

Sonra, düştü. Bir anda oldu. Sonra kalktı, bir anda. Koştu, girdi, kapadı, sustu, uyudu, yedi, izledi, dinledi, ağladı, bağırdı, çizdi, yuvarlandı, vurdu, vurdu, kalktı, düştü, baktı, baktı, kalktı, sevdi, gitti, geldi, güldü, gitti, geldi, güldü, gitti, gitti, gitti, durdu, durdu, kalktı, içti, geldi, sevdi, kızdı, okudu, sevdi, kızdı, kızdı, ağladı, kızdı, ağladı, acıdı, vurdu, içti, durdu, uyudu, sevdi, durdu, durdu, durdu...

5 Haziran 2010 Cumartesi

denge

Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Tanrınız büyük âmenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı da caba
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız

Bütün ağaçlarla uyumuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama ağaçlar şöyleymiş
Ama sokaklar böyleymiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız

Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yangelmişim dizboyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle döğüşemem
Siz ne derseniz deyiniz
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Ben tam dünyaya göre
Ben tam kendime göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız

Turgut Uyar - Tel Cambazının Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiirdir

31 Mayıs 2010 Pazartesi

sezgi



...

"Bu 'hipernormallik' hali, rutin bir hayata, aslında bir anlam vermeden yaşadığımız cansız bir hayata sahip olana kadar yavaş yavaş içimize süzülür. Bu durum, sezginin ihmal edilmesini teşvik eder ve bu da psişede ışıksızlığa neden olur. O zaman bir şeyler yapmamız, ormana doğru yola koyulmamız, korkunç kadını bulmaya gitmemiz gerekir. Bunu yapmazsak bir gün sokakta miskin miskin yürürken bir mazgal çat diye açılıp bizi hoop diye içine çeker ve daha sonra bizi bir paçavra gibi fırlatıp atacak olan bilinçdışı bir şey - neşeyle ya da başka bir şekilde, çoğunlukla başka bir şekilde ama hayırlı bir akıbet için - üstümüze kapanır.

...

Sezgi gidilecek doğrultular arasında en çok işe yarayanları hisseder. Benliği koruma gücüne sahiptir, altta yatan motifleri ve niyetleri anlar ve psişede en az düzeyde parçalanmaya yol açacak olanları seçer. (...) Kişinin sezgilerine bağlanması, ne olursa olsun, onlarla güvenli bir ilişkiyi özendirir. Kadının rehberlik anlayışını 'ne olacaksa olsun'dan, 'görülmesi gereken her şeyi görelim bakalım'a doğru değiştirir."

...


Clarissa P. Estés - Kurtlarla Koşan Kadınlar

27 Mayıs 2010 Perşembe

isyan vakti




İsyanın vakti vardır, bu bir. Bu birrr diye yazmak, söylemek de bir isyandır. Her an boşalabilecek bir sayfaya yazmak isyandır. Acını yaşamak bir isyandır, acını susturmak isyandır. Bir şarkıyı hafif bir bavul gibi yanında taşımak bütün gün, nadir birkaç boş saniyede hemen çalıverdirmek, dikenli düşüncelerinin arasında yumuşacık bir pamuk yastık gibi. Bu bir isyandır.

Karşılaştırmalar bittiğinde, isyanın vakti dolar, kişisi gelir meydana. Peki kimdir o? Tek soru, tek sorun aslında: Senin isyanın ne?

Her sesi hissetmek isyandır, herkesi dinlemek isyandır. Vahşiye kaçmak da. Kediyi tüyleriyle sevmek, sabah kanattığında sebepsiz, sebep aramadan affetmek isyandır. Geçmişi taşımak, unutmak ve unutmamak isyandır. Varoluşa şarkıdır. Varım, olmalıyım, hayatı görmeliyim, o beni görmeli.

Kişisellik toplumsallığa ve iç parçalanmasına isyandır. Toplumsallık izolasyona, sessizliğe. Herkes aynı ve hiçbiri de değil. Buna isyan bazen susmaktır, bazen konuşmaktır, bazen biri susar biri konuşur. Saçmalamak, dokunmadan dokunmak ve tersi de isyandır. Kendiyle ötekinin gerilimine.. Bilememeye, anlamamaya, hayatın sana zoraki gelen seçeneklerine, sonsuzluğun içinde kapandığımız benlik kuyularına ve üstümüzden bize bakan sonsuzluğa. Onunla olmak için, o olmak için, ona sahip olmak için, düşüncesiz onanmak için.

Karışık yazmaktır, anlaşılmaz. Basit yazmaktır, çabuk iletilen. Yazmaktır, susmaktır, yapmaktır, durmaktır. İtmeden, çekmeden... Hafiflemek isteyen biz değil de hayat olsaydı; böyle bir ütopya yazılmaya değmez mi?


Hayatı hafifleten insanlar, içinde yok saydığın güçleri tekrar tekrar doğurur, kutsal hatırlatıcılar. Dostlar, dostaneler. Onlara baktığında, duyduğunda, bir müzik, bir ses, bir sesin fikri bile birlikte büyüdüğün kalp deliklerini tıkabasa doldurabilir. Bir an, evet belki sadece bu. Olabilecek olan belki sadece budur, ama yeterince harika değil mi?

Her şeyin her şeye dönüşebilmesi. Bir ihtimal olarak. Sıkıcı olsa da yazmak. Merdiveni terk etmemek, duvara bakmak, bakmak, geçmek, kalmak, düşünmek. Seçmek seçmek. Hiçbir şeyin rahatlığı, bir ihtimal olarak. Her şeyin hayali, bir ihtimal olarak.

İçinden dans eder misin hiç? Midenin ağrısı dansa dönüştü mü hiç? Olmak budur. Bu anda olmak, varoluştan anlamasan da fark etmez artık. Güzel bir tango, öylesine bir yazıdan iyidir. Güzel bir tangonun şarkısı, öylesine bir yazıya girdiyse, artık ikisi birdir.

"Gitme
Eğer bilmek istiyorsan
Gitme
Eğer bilmiyorsan..."


Seksi bir kadın gökkuşağı yüzükleriyle, gitme dediğinde sana kısık gözleriyle, o küçük anınla ne kadar büyük bir mutluluğu yoğurabilirsin. Büyür, büyür...

"Zamanımız var. Evet, zamanımız var."


Kalbimde minik nokta Hindi Zahra'ya ve Beautiful Tango'suna teşekkür ederim.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

ütopya




"Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğindeki bir dünyayı tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günlük dünyanın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir.Ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa,sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var, ve ben buna 'bir gün gelecek' diyorum. Ve özlemini çektiğim şey,bir gün gelecek. Evet belki de gelmeyecek,çünkü onu hep yıktılar,binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek,ama yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam."

Ingeborg Bachmann - Haziran 1973

9 Mayıs 2010 Pazar

minik isyan

Anne,
Sen bana önceden "Gittiğin yerden başka bir yere gitmezsen sana oraya gitmene izin veririm. Ama ordan başka yerlere gidiyorsun" diyordun. Ben şimdi okula gideceğim. Orada şiir şarkı okuyacağız. Sene sonu prova bitince hemen geleceğim. Ödevim yok. O sorun da yok. Ben oraya gitmekte hiç sakınca bulmuyorum. Hem yazı değerlendirme için sen beni ingilizce, paten gibi kurslara, yaz okuluna vereceğini söylüyorsun. Ama böyle arkadaşlarımla yapacağım işlere izin vermiyorsun. Nedenini bilmiyorum. Evet anneciğim. Ben gidiyorum!
90'ların başı, gerçek bir hikayeden alıntılanmıştır.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

yarımada

Zaman mı? Değil zaman
Akan zaman değil mesafelerdir
Güneşin çekici yukarda
Suyun bıçağı aşağıda
Krom alçakgönüllü, bakır utangaç
Ağaç: bir damla iki kıvılcım arasında
Rüzgâr bilmiyor nerden eseceğini
Sınırlar kesik,
Yerleşme yerlerinde balkıma
Biz kırıldık daha da kırılırız
Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü
Hırsız da bilmiyor çaldığını
Biz yeni bir hayatın acemileriyiz
Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor
Şiirimiz, aşkımız yeniden,
Son kötü günleri yaşıyoruz belki
İlk güzel günleri de yaşarız belki
Kekre bir şey var bu havada
Geçmişle gelecek arasında
Acıyla sevinç arasında
Öfkeyle bağış arasında
Biz kırıldık daha da kırılırız
Doğudan batıya bütün dünyada
Ama kardeşin kardeşe vurduğu hançer
İki ciğer arasında bağlantı kurar
Büyür, bir gün, zenginleşir orada
Çünkü Ali’yi dirilten iksir de saklı
Hasan’a sunulmuş ağuda,
Granitin de olur bir okyanus diriliği,
Nehirler daha uysal akar,
Bir çiçek nasıl açıyorsa kendiliğinden
Bir kuş nasıl uçuyorsa
Öyle sever, çalışır insan,
Kıraçlar çarptıkça dağlara
Gül göçürür şafağından
Doğanın altın şafağından
İnsanın altın şafağından
Tarihin altın şafağından
Biz kırıldık daha da kırılırız
Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.

Cemal Süreya

23 Ocak 2010 Cumartesi

yazar olma gecesi




YAZAR, yazıyı değiştirip başladı yazmaya. Yazı da kendi gibi, doğasından değişken. Aşina olduğunu seçti, başladı.

İlk satırın başları: Bütünlük yok, güven az. Bu eş zamanlılık YAZAR'ı zorluyor. Küçültmeye alışmış kendini, yazdıklarını, beğenilerini, takdir edilmeyi. Yazıyı değiştirebilmek, yazmaya başlamak için önce bu küçültmeyi değiştirmeli. Ama nasıl? Cevabı başka bir soruda arıyor: Neden hep, kendini büyük harfle yazıyor?

Şimdiye kadar kendisiydi satır aralarında dolanıp duran. Tekli oynamak! BEN'in seslerini yazmak, artık ona zor geliyor. Peki aşina olduğundan değilse, nerden başlayacak?

"Yazdığın başkaları sen, yazdığın sen başkaları" diye bilirdi. Oysa bir BEN var ben’den dışarıda; bağıran, bastıran, durduran ve kendine kilitleyen bir BEN. Aradığı, ben’in aslı; geçirgen, yazıyı ve her şeyi değiştirmeyi, yaratmayı mümkün kılan. Onu bilmiyor, ama bilmek istiyor. Sıkışmış. Siz olsanız, ne yapardınız? 'Aşina'nızı biteviye sorguya mı çekerdiniz, yoksa kuyudan çıkmak için daha kalın bir ip mi arardınız?

Seçimler kaçınılmaz ve seçimler yalnız. O da tüm gücünü bu seçime harcadı. Devam etti yazmaya. Konusu yoktu yalnızca. Ne yazsa, ne yazsa?

**

"Önce, yaratıcılık üzerine biraz düşünmeli" diye düşündü. Yaratmak için ne gerekir? Sabır. İnanç. Yetenek? Rollo May sormuştu: "Yetenek ile yaratıcı edim ve yaratıcılık ile ölüm arasındaki ilişki nedir?" Yaratıcılık ile yaşamı düşünsek peki; yaratarak yaşama ihtimali(miz) nedir? Yeteneğimiz kadar mı?

Bazı yaratıcılar nasıl yaptıklarını açıklarken, "Çocukluğumdan beri buydu" der. Diğerleriyse: "Büyürken keşfettim yeteneklerimi. Ancak o zaman sona erdirdim, sonsuz yönlendirilmelerimi". Yetenek doğumumuzla mı doğar, zamanla mı büyür?

Çocuk. Aynaya bakmayan, yetip yetmediğini değil, sadece içinde olduğu şeyi, içerden düşünen. "Berlin Üzerinde Gökyüzü" filmi geldi hafızasına, çocuk hala çocukken olup biten hemen her şeyi bilen film.
Çocuk çocukken, yaşamı(nı) yaratır. Büyürken, hücrelerimizdeki yaşamla birlikte, sayısız yaratım ihtimali de her gün ölür. Doğrudan çocuklara yönelen pek çok söz, çocukluğun ürkütücü yaratım gücünü emerek, bu düşüşe bilinçle hizmet eder. Örneğin, bir lise müdürü her cuma öğrencilere konuşur: "Şimdi KÜÇÜK BÜYÜK adamlarsınız. Büyüyünce BÜYÜK BÜYÜK adam olun, sakın BÜYÜK KÜÇÜK adam olmayın." Müdürün hizasından baktıkça kaybolan ben’le, çocuklar YAZAR’lara dönüşür, yazamayan.

Burada şaşırtıcı olan, çocukluğun kaybının, o süreğen üzüntünün başlı başına yaratım doğurucu olması. 'Büyükler için' ambalajlanmış birçok söz ve yazı aslında çocuklara dokunsun diye yazılmış gibidir. Onlar için, "Büyük Küçük"lüklerin itiraf edildiği çekingen, hatta utançlı cümleler, dizeler bunlar, yükseltici. Dünyayı ailelerinin diz hizasından görmesinler, güçlü imgeleriyle yukarıya doğru, korkmadan bakıp, yerde unutulanları gökyüzünden kavrasınlar diye. Kendi düşlerini farklı kurabilsinler, kaybedeceklerini kendileri seçebilsinler diye.

*
YAZAR, bütün büyük alışkanlıklarından, ismindeki yalancı büyük harflerden kurtulup, bir yazar olmak istedi. O zaman, kayıplarını diriltebilmek için, çocuklara hakikatle dokunan o cümleleri aradı.

*

Müzisyen Bülent Ortaçgil, bebek kızına bir şarkı yapmış; geçmişinden ve geleceğinden, bir kerelik değil ömürlük konuşmuş onunla:

"Büyükler dünyasına hoş geldin,
Ne kadar içtendin.
Biliyor musun?
Değişeceksin..."

Şair İsmet Özel, Erbain’in başı.
"Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?
Yaşamayabileydim yazar mıydım hiç şiir?
-Yaşama!
-Ya ne bileydim?
Yazar: Mıydım
Hiç: Şiir."
Bir de şunu demiş sonra, yaşamak ve yazmak arasında bir hayat özeti:
"Şaşılacak bir dünyada yaşamaktı; öğrendik."

Şair Edip Cansever, armut ağacına "İyi sabahlar" deyip, aklında belirenleri dökmüş, hep beraber kaybolan adamları çekiştirmek ve dünyayı düz etmek ister gibi:

"Sana bakınca yüzüm değişti
Bütün gün çalışıyorum en kötü iş yerlerinde
Yorulup bunalınca hep o sana bakmayı deniyorum
Birden çarşıyı gösteriyor dallarının inceliği
Hem niye saklamak, çarşıyı gösteriyor işte
Bak! Şakur şukur şapka satın alan birisi
Yusyuvarlak bir kişilik deniyor
Pis adam - ne kötü dünya - öyle mi değil mi?"

Yazar Ursula K. Le Guin, Yerdeniz gezegeni ve karakterleriyle büyümeyi, yetişkinleşmeyi bildiğimizden bambaşka kurgulamış; büyüme mücadelesinde görünmez kılınmış pek çok yeni seçenek ve olasılıklarla, alışılmadık bir ferahlıkla. Nasıl yazdığını açıklarken, ezber dışı yollar arayan tüm umutsuzlara şefkatle çarpıyor:
"Büyümek, benim yıllarımı alan bir süreç oldu; bu süreci otuz bir yaşımda tamamladım - ne kadar tamamlanabilirse; o yüzden de çok önemsiyorum. Çoğu genç de önemser. Ne de olsa esas işleri budur: Büyümek."

**

yazar, yaratıcılığı da yaşamda büyüyen bir çocuk gibi düşündü. Onu çoğaltan ve ufaltan saatleri, mevsimleri, nedenleri. Örneğin, gece yaratıcılığı... Uzun sessizlikte kafan günden temizlenir; kendin için düşünebileceğin bir yer açılır. İstersen, kullanırsın. Gün içinde yaratmak ise en zoru sanki. Başkalarının refahı, onların yaratıcılığı için yorulmaya atfedilen saatlerde. Bu acıtıcı yorgunluk, yazıda delikler açar hep.
Bazen de mevsimi değildir yaratmanın. Herkes bir ara, durmak ister. Kimisi bunu hiç denemez bile, kimisi yaşam biçimine dönüştürür. Bazılarıysa aradadır, pek çokları. Siz, ne zaman yaratırsınız?

yazar, burada, bu gecede durmak istedi. Yazının değişkenliğinden nasip almak, yeni biçimler yaratmak için durmak. Yaşamı, evrimleri ve yaratmayı derinden anlamak için, yazarken durmak. İlk satırdaki ilk görünmez soru işaretinin başında. "Bu da bir seçim" yazdı defterine, yalnızca. "Tembelliği yeniden düşünmek gibi, arzulamayı öğrenmek gibi, emeklemek, hatırlamak, yüzleşmek gibi. Büyük harfli kimliksizliğini, küçük harflerle gerçek bir isme çevirmek gibi. Böyle olsun. Önce yazı çoğalsın ki, onunla çoğalayım."