Yayınlanmamış haberler #4.
Zorunlu göçün dramatik öyküleri
“68 gün gözaltında kaldım. Tek suçum Kürt olmaktı. Çıktığımda kardeşim beni tanıyamadı. Geldik köye yakılmış, yerle bir. Aslında Kürtler cömerttir, merhametlidir. Kimse Kürtlerden korkmasın. Biz ayrılmak, bölünmek istemiyoruz. Yalnızca eşitlik istiyoruz. Dünyadaki tüm insanlar gibi, özgür yaşamak istiyoruz...” Salondakilerin gözlerini yaşartan bu sözler, gözaltında kangren olarak ayaklarını, çıktığında ise harabeye dönmüş köyünden İstanbul’a geçerek geçmişini ardında bırakan Resul Aslan’a ait. Aslan, 20 yıldır süren zorunlu göçün mağdurlarının hikayelerini biraraya getiren, Göç-Der’in hazırladığı ‘Göç Hikayeleri’ kitabındaki isimlerden biri. “Bizim köy Şırnak’a bağlı, Ormaniçi” diye anlatıyor:
"Önceleri korucu baskısı vardı. Biz kardeş kavgası istemedik. Çevre köyler hep korucu oldu. ‘Ya köyü terk edin, ya da sizi yakacağız’ diyorlardı. Ağabeyim muhtardı. ‘Tamam gidelim, ama fakirlere yardım edin, onlar yollarda yapamaz’ dedi. ‘Kimseye yardım etmiyoruz, ne haliniz varsa görün’ dediler. Biz de, başka yerde perişan olacağımıza, ‘Yaksanız da, öldürseniz de burada kalacağız’ dedik. 20 Şubat 1993’tü. Köy yakıldı. 42 erkek, bir kadını gözaltına aldılar. Köyde beton olarak bir tek cami kaldı, herkes oraya sığındı. 15 gün inşaatın bodrumunda kaldım, ayağımı kaybettim. Her tür işkence vardı. Çıktığımızda, köyü yeniden kurmaya başladık. Ama ben dedim ki, ‘Ayağım kesik, ne yapacağım dağ başındaki köyde.’ Dayımlar İstanbul’daydı, iki çocuğumu, karımı da alıp geldim.”
Liseyi yatılı okuyan, 15 yaşından sonra hep inşaatlarda çalışan Aslan, döndüğünde akrabaları yardımıyla iş bulmuş. Köyünün 1994’te tekrar yakılınca boşaltıldığını, şimdi harabe olduğunu söylüyor: “Su, elektrik, okul yoktu. Şimdi de yok.”
'Ayıptır, demokrasiye yakışmaz'
1941 doğumlu, Muş-Malazgirt’li din adamı Celalettin Yöyler'se söze “Sizleri saygıyla, sevgiyle, şefkatle selamlıyorum” diye başladı. Konuşmasıyla hem güldürdü, hem ağlattı: “Dramatik, trajik bir olaydır. Evlerimiz yakılmıştır, senelerdir yaşadığımız yerden sürülmüşüzdür, metropollere yerleşmişizdir. Ailelerimiz evlerinde çocuklarıyla başka dilden konuşmasın, otoasimilasyon olmasın. Dedemden beri o yer benimdi, evim yakıldı. Ayıptır, demokrasiye, insanlığa yakışmaz. Ev yakmayın, ağaç yakmayın, insanları, çocukları öldürmeyin. İslamiyet budur. Vietnam’da yaktılar, kim kazandı? Hepinize güneşli günler ve memlekete dönüş amacıyla çalışmalar dilerim.”
Oto sansür uyguluyorlar
'Göç Hikayeleri' kitabı Göç-Der’in sürdürdüğü uzun soluklu bir projenin ilk adımı. Dernek çalışanları İstanbul’a, 13 farklı ilden göç etmiş 50’den fazla aileyle görüştü. Projenin amacı, hem yıllardır içten içe bilindiği halde dillendirilmeyen, bu yüzden kamuoyu yaratılamayan bu hikayeleri görünür kılmak, tarihe belge olarak bırakmak hem de anlatılardan yola çıkarak zorunlu göç sorununa yönelik bütüncül çözüm önerileri geliştirilmesine yardımcı olmak. Proje koordinatörü İlhan Bal, evlerini kaybedip travmalarıyla birlikte göç ettikleri metropollerde işsiz, barınaksız kalan, üstelik ‘her kötülüğün anası’ gibi görülen göç mağdurlarının yaşadıklarına kulak vermeden yorum yapmanın en büyük haksızlık olduğunu söylüyor. Görüşmecilerden Namık Kemal Dinç'se çoğu ailenin göç sonrasında barakalarda, bodrum katlarında kaldığını, görüştükleri ailelerden 40’ında bu koşullar yüzünden ciddi hastalıklar görüldüğünü anlatıyor. Dinç, “Hikayelerinin tamamını anlatmıyorlar. Otosansür uyguluyorlar çünkü hala korku var, başlarına bir iş geleceği kaygısı sürüyor. Travmalar da halen yerinde duruyor” diyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder