23 Mayıs 2018 Çarşamba

varoş

Yayınlanmamış haberler #5

Varoşta sağlık ocakları, mahalle ruhunun kaynadığı en önemli duraklardan. Hastaların çoğu çocuk ve yaşlı, anneler endişeyle birbiri ardına görevlilere sorular yöneltiyor. Görevliler sağlık hizmeti verirken bir yandan dert ortağı ve eğitimci gibi çalışıyor. Halk farklı nedenlerle devlet hastanelerine gitmekten imtina ediyor. Acil bir durum olmadıkça her türlü soru ve sorunları için sağlık ocağına başvuruyorlar.

Piyalepaşa Sağlık Ocağı'nın kapanmasına az kalmış, sakin saatler. Görevliler şimdi mahalleye iğne yapmaya çıkıyor. Bir tanesi, çıkmadan az önce aceleyle anlatıyor: "Çoğunluk yeşil kartlı. Genelde romatizmal ve psikolojik sorunlarla gelirler bize. Ayrıca tansiyon, şeker, soğuk algınlığı. Grip de çok fazla, özellikle çocuklarda. Burası çok doğurgan bir mahalle, bol miktarda gebe ve anne var. İnsanlar çok inançlı burada. Çoğu hapla iyileşmeyeceğini düşünüyor, iğne istiyorlar illa. Geçenlerde organ bağışı haftası vardı. Evlere gidip anlatmak istedik, kimse bilgi almak istemedi." O çıkınca, bir başka görevli sohbeti devralıyor. "Psikolojik rahatsızlıklar arasında orta dereceli depresyon çok" diyor. "Aile içi şiddetten oluyor genelde. Erkekler gamsız, kadınlar daha sorumlu, bütün işlere onlar koşturuyor; o yüzden de en fazla hastalık çeken onlar. Dertlerini çok anlatmazlar, üstü örtülü, kısa geçerler. Çoğu anti depresan alıyor ama onu da düzenli kullanmıyorlar. Sıkıntıyla bağlantılı migren çok. Akraba evlilikleri yüzünden epilepsi de çok yaygın."

'Gerçek fakir seslenmez'

Görevlinin gözlemlerine göre, evlilikler 15 yaşından başlıyor, çoğu kadın da en geç 20'li yaşların başında evleniyor. Kadınlar genelde ev hanımı, kalanı konfeksiyon veya markette çalışıyor.
Ailelerin doğum kontrolü uygulamaya çalıştıklarını anlatırken, "Yine de iki üç çocuk vardır herkeste" diyor. İnsanların kabalığından ve bilgisizliğinden dertli: "Çok yoruluyorsun burada, anlatamıyorsun. Çoğunun okuma yazması yok. Başkasının defterini getirip imzalamanı isteyen çok, imzalamazsan kavga çıkıyor. Bekletildiğini söyleyen biri geçen gün kavga çıkardı. Esnaftan yardım isteyip dışarı çıkardık. Bedava olduğu için, insanlar ihtiyaçları olmasa da kan tahlili, kolesterol ölçümüne geliyor sık sık. 18 yaşın altındakilere ebeveyn olmadan bakmamaya çalışıyoruz ama 12 yaşındaki çocuklarını yolluyorlar. Arada cüppeli adamlar da gelir, soru sorarlar ama asla göz teması kurmazlar." Kadınlarda fazla yükten çeşitli hastalıklar çıktığını o da doğruluyor. "Erkekler kendilerine bir şey oldu mu koşarak gelirler, eşlerine olduğu zaman 'Bir şey olmaz' derler. Çok fazla anemi(kansızlık) var, çoğunlukla kadınlarda; uykusuzluktan, yorgunluktan, vitaminsizlikten."

Görevli, "Parası olmayanlara mümessillerin bıraktıkları ilaçları da hayır kurumu misali dağıtıyoruz" diye yoksulluğa dem vururken, doktoru bekleyen bir kadın hasta lafa karışıyor: "Fakir seslenmez kızım. Dışarı çıkıp konuşan, ağlayanlar yırtılmışlardır. Gerçek fakir çıkıp, 'Ben fakirim' demez. Kan kusar, kızılcık şerbeti içer." Belkıs 51 yaşında, Gaziantep'ten geleli on yıllar olmuş, eşinden ayrılalı da epeyce zaman geçmiş. Bir oğlu askerde, diğer yanında, kızı ise evli: "İki sene evvel evlendirdim, mecbur borçlandık. O zamandan beri soğukta oturmaktan bronşit oldum. Ondan geldim buraya da. Dört tane ilaç yazdılar, alamıyorum, 60 YTL. Burdaki doktor da 'Onları mutlaka alman lazım' dedi. Bezginim çok, canım bir şey yapmak istemiyor kalkıp. Ne yapacağım ki?"

Önce çocuklar, ilk adres sağlık ocağı

Bağcılar Yeni Mahalle'de Sağlık Ocağı ana baba günü. Saat 11.30, 'öğlenci'lere sıra numarası verilmeye başlanıyor ama bekleme salonunda sabahtan kalanlar bekliyor. Çoğu çocuklu kadınlardan oluşan kalabalık dar koridora zor sığıyor. Bekleyenlerden bir kadın, altı yıldır şeker hastası olduğunu anlatıyor. Sağlık ocağında tedavisinin başladığını öğrenince hemen gelmiş, çünkü yıllardır devlet hastanelerinden çok çekmiş. "Üç ayda bir kontrol yapılması gerekiyor ama ben bir yıldır yaptıramadım" diyor, "Hastaneden randevu almak mümkün değil. Her zaman telefonu düşüremiyorsun, düşürdüğünde dolu diyor. Gidince de vermiyorlar." Sağlık ocağının az ilerisinde, cadde üstünde Dost Eczane var. Sahibi eczacı Zekiye Dirker, yedi yıldır bu mahallede çalışıyor. En çok çocuk hastalıkları ve soğuk algınlığı nedeniyle geldiklerini anlatıyor, ona göre en büyük problemleri 'hijyen': "Kadınlar temizliği çok sever ama eğitimsizlik var. Halıları silkeliyorlar camlardan. Geçen bir astım hastasının oğlu, 'Annem halı silkerken nefesi tıkandı' diye geldi. Evlerinde elektrikli süpürge olduğu halde hala o tozu yutuyorlar. Mahallede astım hastası çok fazla. Hem tozdan hem daha doğalgaza geçmedikleri için. Vücut hijyeni de kötü. Anne geliyor, 'Çocuk dört aylık oldu, biberonu değiştirmem gerekir mi?' diyor. Tek biberonla dört ay çocuk bakmış. Evlere gidilerek sürekli eğitim verilmesi lazım. Herkes kulak dolgunluğuyla bir şeyler yapıyor. İlaç alırken bize değil birbirlerine danışmayı tercih ediyorlar. 'Komşu şu ilacı almış, iyi geliyormuş' diye ilaç ismi getiriyorlar." Ona en çok danıştıkları konu ise 'kadın problemleri'.

Mahallenin kadınları çoğunlukla tekstil veya marketlerde çalışıyor ama evli olup çalışan az. Gençler daha farklı, genç erkekler eşlerine daha yardımcı, çocuklarıyla daha çok ilgileniyor Dirker'e göre. Yeni yasanın her yerde tedavi görme imkanıyla yoksul SSK'lılara faydalı olduğu görüşünde, "Ama sıra beklemiyorlar mı, yine bekliyorlar. İlacı zor almıyorlar mı, yine zor alıyorlar" diye ekliyor. Sosyal güvencesi olmayanlarsa, acil durumlarda 'Ne yapayım?' diye önce eczacının kapısını çalıyor: "Yoksul da olsalar, çocuklarına çok önem veriyorlar. Geçen üç çocuğu, eşi ve kendisi için grip aşısının fiyatını sordu birisi. Tanesi 16.75 deyince, 'Çocuklara yaptırayım o zaman' dedi."

zorunlu göç


Yayınlanmamış haberler #4.

Zorunlu göçün dramatik öyküleri
“68 gün gözaltında kaldım. Tek suçum Kürt olmaktı. Çıktığımda kardeşim beni tanıyamadı. Geldik köye yakılmış, yerle bir. Aslında Kürtler cömerttir, merhametlidir. Kimse Kürtlerden korkmasın. Biz ayrılmak, bölünmek istemiyoruz. Yalnızca eşitlik istiyoruz. Dünyadaki tüm insanlar gibi, özgür yaşamak istiyoruz...” Salondakilerin gözlerini yaşartan bu sözler, gözaltında kangren olarak ayaklarını, çıktığında ise harabeye dönmüş köyünden İstanbul’a geçerek geçmişini ardında bırakan Resul Aslan’a ait. Aslan, 20 yıldır süren zorunlu göçün mağdurlarının hikayelerini biraraya getiren, Göç-Der’in hazırladığı ‘Göç Hikayeleri’ kitabındaki isimlerden biri. “Bizim köy Şırnak’a bağlı, Ormaniçi” diye anlatıyor:
"Önceleri korucu baskısı vardı. Biz kardeş kavgası istemedik. Çevre köyler hep korucu oldu. ‘Ya köyü terk edin, ya da sizi yakacağız’ diyorlardı. Ağabeyim muhtardı. ‘Tamam gidelim, ama fakirlere yardım edin, onlar yollarda yapamaz’ dedi. ‘Kimseye yardım etmiyoruz, ne haliniz varsa görün’ dediler. Biz de, başka yerde perişan olacağımıza, ‘Yaksanız da, öldürseniz de burada kalacağız’ dedik. 20 Şubat 1993’tü. Köy yakıldı. 42 erkek, bir kadını gözaltına aldılar. Köyde beton olarak bir tek cami kaldı, herkes oraya sığındı. 15 gün inşaatın bodrumunda kaldım, ayağımı kaybettim. Her tür işkence vardı. Çıktığımızda, köyü yeniden kurmaya başladık. Ama ben dedim ki, ‘Ayağım kesik, ne yapacağım dağ başındaki köyde.’ Dayımlar İstanbul’daydı, iki çocuğumu, karımı da alıp geldim.”
Liseyi yatılı okuyan, 15 yaşından sonra hep inşaatlarda çalışan Aslan, döndüğünde akrabaları yardımıyla iş bulmuş. Köyünün 1994’te tekrar yakılınca boşaltıldığını, şimdi harabe olduğunu söylüyor: “Su, elektrik, okul yoktu. Şimdi de yok.”
'Ayıptır, demokrasiye yakışmaz'
1941 doğumlu, Muş-Malazgirt’li din adamı Celalettin Yöyler'se söze “Sizleri saygıyla, sevgiyle, şefkatle selamlıyorum” diye başladı. Konuşmasıyla hem güldürdü, hem ağlattı: “Dramatik, trajik bir olaydır. Evlerimiz yakılmıştır, senelerdir yaşadığımız yerden sürülmüşüzdür, metropollere yerleşmişizdir. Ailelerimiz evlerinde çocuklarıyla başka dilden konuşmasın, otoasimilasyon olmasın. Dedemden beri o yer benimdi, evim yakıldı. Ayıptır, demokrasiye, insanlığa yakışmaz. Ev yakmayın, ağaç yakmayın, insanları, çocukları öldürmeyin. İslamiyet budur. Vietnam’da yaktılar, kim kazandı? Hepinize güneşli günler ve memlekete dönüş amacıyla çalışmalar dilerim.”
Oto sansür uyguluyorlar
'Göç Hikayeleri' kitabı Göç-Der’in sürdürdüğü uzun soluklu bir projenin ilk adımı. Dernek çalışanları İstanbul’a, 13 farklı ilden göç etmiş 50’den fazla aileyle görüştü. Projenin amacı, hem yıllardır içten içe bilindiği halde dillendirilmeyen, bu yüzden kamuoyu yaratılamayan bu hikayeleri görünür kılmak, tarihe belge olarak bırakmak hem de anlatılardan yola çıkarak zorunlu göç sorununa yönelik bütüncül çözüm önerileri geliştirilmesine yardımcı olmak. Proje koordinatörü İlhan Bal, evlerini kaybedip travmalarıyla birlikte göç ettikleri metropollerde işsiz, barınaksız kalan, üstelik ‘her kötülüğün anası’ gibi görülen göç mağdurlarının yaşadıklarına kulak vermeden yorum yapmanın en büyük haksızlık olduğunu söylüyor. Görüşmecilerden Namık Kemal Dinç'se çoğu ailenin göç sonrasında barakalarda, bodrum katlarında kaldığını, görüştükleri ailelerden 40’ında bu koşullar yüzünden ciddi hastalıklar görüldüğünü anlatıyor. Dinç, “Hikayelerinin tamamını anlatmıyorlar. Otosansür uyguluyorlar çünkü hala korku var, başlarına bir iş geleceği kaygısı sürüyor. Travmalar da halen yerinde duruyor” diyor.

Farshid Moussavi


Yayınlanmamış haberler #3. Haftasonu eki için hazırlanan bu söyleşi, o günlerde içi doldurulması gereken bir basın bültenleri ve reklam kombini fasarya eke kurban gitti. Çok hoş sohbetti oysa.

Metropolde bir 'meydan' 

Ümraniye’de açılan Meydan Alışveriş Merkezi’nin deneylere tutkun İranlı mimarı Farshid Moussavi, yıllardır içeriyle dışarıyı iç içe geçiriyor; cansız boşlukları hayatın aktığı kamusal alanlara çeviriyor

Ümraniye’nin sıra dışı tasarımıyla şaşırtan yeni alışveriş merkezi Meydan, 15 Ağustos’taki açılışından sonra ‘merhaba’ partisini 15 Ekim’de verdi. Ünlü konuklar arasında, eşiyle birlikte Meydan’ın mimarı, dünyada pek çok büyük ve önemli mimari projeye imza atan Londra merkezli Foreign Office Architects’in kurucusu olan Farshid Moussavi de vardı. Moussavi’yi kısa gezisinde yakalamışken, ‘deneysel’e olan inancının ve içeriyle dışarıyı, nihayet insanları tek bir yerde kaynaştırma motivasyonunun içini açtırdık.

Meydan Projesi’nin sürecini anlatır mısınız? Müşterinin ihtiyaçları neydi, siz nasıl çözümler getirdiniz?

Talep eden firma Metro bir mimarlık yarışması düzenledi, katılan ofislerden biri de bizdik. Yarışma neredeyse bir workshop gibiydi; herkes aynı yerdeydi ve tasarımı orada, birkaç gün içinde yaptık. Bize detayları anlattılar, onlara taslak olarak bu tasarımı sunduk ve bizi seçtiler. Artık mimarların yarışmalar sonucu seçilmeleri sık görülen bir uygulama. Bu yarışma oldukça basit ve verimli oldu çünkü bence aradıkları sadece bir tasarım değil, aynı zamanda üzerinde çalışabilecekleri bir pratikti.

Sizce neden ‘meydan’ fikrini seçtiler?

Yarışmaların en harika tarafı bu çünkü eğer daha önce yaptığınız bir şeyi tekrar etmek istiyorsanız, bir yarışmaya katılmanızın anlamı yoktur. Bence Metro, tipoloji üzerinde gerçekten yeniden düşünülmesini ve iddialı bir tasarım yaratılmasını istiyordu. Bizim burada önerdiğimiz, mağazaların dip dibe, kutu kutu dizildiği ve aralarında kalan alanın ‘artık’ olduğu bir küme yerine, bu alanları bir kamusal alan gibi düzenlemekti. Normalde alışveriş merkezleri kapalıdır ve bu kamusal alanlar içerde kalır. Buradaki problem, mekânın değişen iklime, ışığa vs. uyum sağlamaktan yoksun olması. Oysa burayı dışarı açmak, bu kamusal alanın gerçek bir kamusal alan olması anlamına geliyor. O zaman burası galerilerde ve alışveriş merkezlerindeki planlanmış, içerde kalan açık alanlardan daha çok, hepimizin şehir meydanlarında sevdiği, planlanmamış kamusal alanlara benziyor. Bu bölgeye has olduğunu düşündüğümüz özellikleri de kullandık. Arazinin bir köşesiyle diğeri arasındaki seviye farkı çok fazla. Ayrıca gelecekte burada yeni evlerin inşa edileceğini ve bu yönün (IKEA bölümü) büyüyeceğini biliyorduk. IKEA tarafından, daha uzaktaki park yeri tarafından ve tüm diğer yönlerden insanların buraya geleceğini düşünerek, geleceği de öngörebilen bir proje yapmak istedik. Bir şekilde bu peyzaj onları doğal bir şekilde tek bir mekana toplayacak. Farklı giriş yolları sunarak önceliklerine göre insanları ayrıştırmayacak. Tüm bunlar bu topografyayı bir şekilde yoğuruyor ve eklemliyor. Burada ‘içeri’ ve ‘dışarı’yı sert bir biçimde bölmek yerine bir orta yol bulmak fikri üzerinde oynamak istedik. Örneğin, meydandan aşağı inen peyzaj ve park yerinden aşağı inen kısım… Tüm bunların nasıl ayrışıp birleşebileceğini görmeye çalıştık. Meydan parka doğru inerken, park yeri doğal bir ışıkla aydınlanıyor; arabanızı park ederken ışığı hemen görüyorsunuz. Bu çok güzel bir vurgu, sadece araba parkını havalandırmakla kalmıyor, aynı zamanda şemanın kalbinin neresi olduğunu ve nereye yönelmeniz gerektiğini hemen anlayabilmenizi sağlıyor. Zemin, alışveriş birimlerini yutarak bir aktivite mekânı haline geliyor, topoğrafya pek çok farklı şekilde kullanılarak aktif hale geliyor. Aşağı indikçe bir oturma alanına, şelalelere dönüşüyor; yukarıya çıkan basamakları tırmandıkça sinema haline geliyor.

Bu projeyi, kurucusu olduğunuz Foreign Office Architects’in (FOA) son dönemde odaklandığı konular ve fikirlerle nasıl bağlantılandırıyorsunuz?

FOA belli bir boyuta eriştiğinden, çok farklı projelere imza atıyoruz, her proje bir peyzaj projesi olmuyor. Ama kamusal alanla özel ve ticari alanı, peyzajla mimariyi iç içe geçirmek, mimariyle şehirleşmenin ilişkisi başından beri üzerine düşündüğümüz konular. Son dönemde çok sayıda alışveriş merkezi tasarladık. Büyük bir alanı kapsayan projelerde, alana bir peyzaj olarak yaklaşmak mümkün ama tek bir büyük mağazayla ilgili bir projede peyzaja ihtiyaç yok. Böyle projelerde önemli olan binanın derisi çünkü alışveriş binaları normalde boştur, bir ön cepheye ihtiyaçları yoktur. Tüm projelerde önemli olan, şehre alışveriş rahatlığının özel dünyasından bir şeyleri geri verebilmek ama bunu yaparken kullandığımız mekanizmalar farklı farklı.

Sizce kamusal alanla özel alanın birbiri içinde erimesinin, Ümraniye bölgesi için önemi nedir?

Açıkça görüyoruz ki Ümraniye büyümesini henüz tam olarak tamamlamadı, daha pek çok gelişmeye gebe. Sadece çevremizdeki alanı biliyorum, daha geniş bölgeyle ilgili bilgim yok ama bence burada özen gösterilmesi gereken nokta, kamusal alanların toplanacağı bir açıklığa izin vermek. Unutmamalıyız ki, şehirlerde binalar arasındaki alanlar da en az binalar kadar önemli çünkü o binayla ilgili deneyiminizin birer parçası onlar. Metro’nun, işin bu kısmını da sorumlulukları arasında görmesi çok güzel. Burada, İstanbul’un çok önemli bir bölgesinde bir ticaret merkezi inşa ediliyorsa, bunun karşılığında burayı insanların hiçbir şey satın almasalar bile gelip hoşça vakit geçirebilecekleri bir yer haline getirmek önemli. Bu tür boş vakit mekanları, sadece size bir şey satmaya çalışan mekanik yerler olmamalı, sizin gündeliğinizin bir parçası, ilginç bir deneyim haline gelmeli. Hepimiz şehirde meydanlardan hoşlanırız, basitçe oturup izlemekten. Şimdi de burada bir sürü çocuk görüyorum, buraya sadece takılmak için gelmişler. Bu bana gerçekten keyif veriyor ve bence Metro’nun yapmak istediği de buydu.

‘Alışveriş merkezi’ kavramının geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Gündelik hayatımızın yerleşik bir parçası haline gelmesi kaçınılmaz mı?

Hatırlamanız gerekir ki geliştiriciler, satmadığı sürece hiçbir zaman yeni bir alan yaratmazlar. Satıyor, çünkü hepimiz bunu seviyoruz. Bu yüzden kaçınılmaz bence. Modern hayatımız ve rahatlığa olan sevgimiz artıyor, şehirlerde ulaşım arabalara dayanıyor, birçok rahatlığı bir arada yaşıyoruz. Buradaysa bir süpermarket bir hipermarketle, daha küçük mağazalarla ve sinemayla tek bir alanda bir araya getiriliyor, arabayla kolayca ulaşmak mümkün oluyor. Bir zamanlar bu yapılar şehir dışındaydı ve o zaman mimarilerinin bölgeyle ilişkili olması, kaliteli tasarımlara sahip olmaları için fazla bir neden yoktu. Fakat bunu şehrin merkezine yaptığınız anda, mimarisi, kalitesi önem kazanıyor. Bunları şehrin ortasına atılmış ve her yerde aynı işlevi görecek büyük birer baraka gibi değil, şehrin bir parçası olarak görmek gerek; onları dokuya yedirmek, dünyanın bu noktasındaki insanların şehri kullanış biçimleriyle ilişkilendirmek. Örneğin, İstanbul engebeli bir yer, düzlem değiştirmek, İstanbul’daki deneyiminizin sabit ve eşsiz bir parçası. İnsanlar buna alışıklar; rampaları, bayırları kullanmak zorunda olmak onlara korku vermiyor. Ayrıca dışarıya oturmaktan hoşlanıyor insanlar. Buraya her geldiğimde terası olan kafelerin, barların, restoranların sayısının arttığını görüyorum. Bu yüzden Meydan’ın tasarımı dış alan kullanımını en üst düzeye çıkarmayı ve bu doğa sevgisini rahatlık ve alışveriş ortamıyla iç içe geçirmeyi de amaçlıyor. Böylece o eşsiz ve farklı bir hale geliyor. Bu, buradaki belirli bağlama karşılık geliyor. Yanda IKEA, engebeli bir arazi var. Çevre henüz gelişmemiş ama kısa sürede genişleyip kalabalıklaşacak, Meydan da gelecekte bu yoğunluğun ortasında kalan bir pazaryerine dönüşecek. Çevresindeki alan kalabalıklaştıkça mekânın etkisi artacak ve yarattığı açıklık ve boşluk takdir edilir hale gelecek.

Yeni bir şehirde yeni bir bölge üzerine çalışacağınız zaman nasıl bir ön hazırlık yapıyorsunuz?

Etrafta dolanmaya, buluştuğumuz insanlarla konuşmaya çalışıyoruz ve aynı zamanda oranın sanatı, ticareti ve endüstrisiyle ilgili okuyoruz. Bu, bir yerin ayırt edici özelliklerine dair bir hızlı bir tarama gibi oluyor. Bunların hepsi mimari olamaz, bunu akılda tutmak gerekiyor; mimari bir kültürün her şeyini içeremez. Ama bulmaya çalışmanız gereken şey, mimari açıdan bazı özellikleri nasıl ele alacağınız. Örneğin buranın bin tane sonu olsun istemedik ve normalde mimarların büyük binalarla çalıştığı gibi çalıştık. Oysa havayolları veya alışveriş merkezlerinin genellikle bin tane rengi, bin tane sonu ve detayı vardır ve hepsi çok dağınıktır. Biz düşündük ki eğer burası bir peyzaj ise bir basitliği olmalı ve bu peyzaj, her büyük binada görebileceğimiz farklılaşmaları bir arada tutabilecek, birleştirici unsur olmalı. Buradaki her bir mağazanın kendi iç tasarımı, ışıklandırması vs. var ve bizim işimiz bunları birbirine bağlayacak bir altyapı sağlamak. Bunların içine sızacak az miktarda malzeme ve az miktarda detay olmalı ama içeri sızdıkça da değişmeli.

Bienal’e göz atma şansınız oldu mu bilemiyorum. Bu yılın başlığı ‘Küresel Terör Çağında İyimserlik’. Bu başlık size neler çağrıştırıyor? İyimserliğe inanır mısınız?

Ben iyimserliğe fazlasıyla inanan biriyim. Eğer umudunuz yoksa ve iyimser değilseniz, her şeyi unutup gidebilirsiniz o zaman. Bence bunu çok farklı boyutlara taşımak mümkün, bir bireyden bir insan topluluğuna, kurumlara ve milletlere kadar. Bence bu çok önemli. Bienal’in tezini okumadım; içinde siyasi bir mesaj olduğu belli ancak içeriğini bilmiyorum. Bence mimar olmanın en harika yanlarından biri, insanların yaşamlarını şekillendirmelerine yardım etmeniz ve bunun içinde zaten iyimserlik var, her tür mimarlık projesinde, yaratıcılık, inşa, inovasyon, hepsinde. Bence iyimserlik mesleğimizin basit bir parçası.

Mimari tasarımda bugün küreselleşmenin yarattığı kültür mü yoksa milli sınırlar mı daha etkili?

Bence zorluk herhangi bir projenin küresel pazarda, küresel toplumda oynadığı rol kadar bireysel alanda oynadığı rolü de görebilmekte. Yani küresel düşünüp yerel davranmak, tam anlamıyla bu.

Çok büyük firmalarla çalışıyorsunuz. Yaratıcılığınızı ve özgürlüğünüzü nasıl koruyorsunuz?

Bence büyük firmaların bize gelme sebebi, yaratıcılıkla ilgilenmeleri. Tüm müşterilerimiz büyük firmalar değil bu arada, daha küçük, tekil işlerle de ilgileniyoruz ama büyük çaplı projelerin altından kalkabilecek çap ve deneyime sahibiz ve bu tür projeler de daha büyük firmalarca destekleniyor. Bence onlar bizim aynı anda hem yaratıcı ve deneysel hem de pragmatik olabilme becerimizden etkileniyorlar; yani hem projeyi şekillendiren gerçeklerin farkında olmak hem de bunları sorgulayabilmek ve yeni bir şey çıkarmaya çalışmak. Bence Meydan bir deneydi, hem bizim için hem de Metro için ve heyecan verici tarafı da bu. Tanrı sağolsun bu kez işledi. Alınacak risklerin hesabını yaparken bol bol konuştuk ve tartıştık ama sonuç olarak iyi bir müşteri, aynı şeyi yeniden yaptırmak değil yeni bir şey denemek isteyendir. Biz koruma altındayız çünkü sevdiğimiz şey sorgulamak; nasıl tasarlayacağımızı, nasıl bir araya getireceğimizi ve nasıl düzenleyeceğimizi belirlemek.

Bozcaada


Yayınlanmamış haberler #2. Haberin ilk sunumunda, patrondan 'Oranın üzümleri kötü, ondan satamıyorlar' yorumu geldi. Haber yedeğe düştü. Tam koyduk koyuyoruz derken, bir büyük gazetemizde manşet oldu ki hükümet bir sorun olduğuna bizim patrondan daha evvel ikna olmuş, ucuz şaraplar için ÖTV'yi düşürmüş. Günübirlik çılgın yolculuk ve fotoğraflar cebe, haber çöp sepetine.

Adada bağlar 'hükümete' bozuluyor 

BOZCAADA - Bozcaada, denizi ve güneşinden önce bağları için özlenen, sofralık, şaraplık üzümleri, yerli şaraplarıyla tadı damaklarda kalan bir coğrafya. Oysa son birkaç yıldır, asırlık üzüm bağları ve emektar çiftçilerin üzerinde kara bulutlar dolaşıyor. Adanın yerli şaraplık üzümleri artık satılmıyor, zamanında aileleri geçindiren meşhur sofralık 'çavuş üzümü'nün İstanbul pazarındaki kıymeti de, ucuz rakipleri yüzünden giderek düşüyor. Adanın en önemli geçim kaynağı olan bağcılık can çekişirken, her ağızdan çıkan ortak cümle, ana sorunu özetliyor: "ÖTV büktü belimizi, hükümetin derdi değil."

Şaraptaki Özel Tüketim Vergisi'nin (ÖTV) 2005 yılında litre başına 1.5 YTL'den 3.28 YTL'ye çıkarılması, sofralık ucuz şarap üreten adalı firmaları zor durumda bıraktı. Geçen yıl stoklarını tüketemeyen firmalar, bu yıl kendi bağlarındaki üzümlerle yetineceklerini açıklamaya başladı. Çiftçilerin bazıları, genç üzüm kütüklerini aşılayarak sofralık üzüme çevirmeye çalışıyor. Bağları yaşlı olanlarsa ya sofralık üzümün geliriyle geçinmeye çalışacak ya da bağını söküp yeni sofralık üzüm ekecek ve verim alabilmek için senelerce bekleyecek.

"Üzüm parasıyla ev, altın alınırdı"

Babadan kalma bağcılık işini, pansiyon işletmeciliğiyle birlikte sürdüren 44 yaşındaki Halit Gürkol, kendi kuşağının, bağcılık geliriyle İstanbul'da lise ve üniversiteyi okuduğunu, İstanbul'da ev alabildiklerini, son 15 senede ise bağcılıkla yatırım yapılamadığını anlatıyor, "Bizim 1990'lı yıllarda turizme yönelmemiz de bu yüzden, sadece bağcılıkla geçinilmiyor" diyor. "Daha acısı, son 20 senedir Bozcaada mal satarak geçiniyor. Bağlar hızla satılıyor."

Geçim sıkıntısı ve çocuğunu şehirde okutma düşüncesi, adalıları arazilerini satıp Çanakkale'ye, İstanbul'a göçmeye yöneltmiş. Bağ arazilerinin 'İstanbullu' yeni sahipleri yazdan yaza geliyor, çoğu topraklarını boş ve bakımsız bırakıyor. Dededen bağcı Hüseyin Dinçel, buralarda üreyen hastalıkların kendi bağlarına sıçrayıp üzümün kalitesini düşürdüğünü dile getiriyor. Yalnızca bağcılıkla uğraşan Dinçel, bu işi 'sonuna kadar' sürdürmeye kararlı; bu yıl da eskisi gibi döllüyor bağını. "Şaraplık satamazsam da sofralıktan gelenle yetinmeye çalışacağız" diyor, turizmciliğe el atmaya niyeti yok. "Eşiniz 'Bir pansiyon da biz açıp kurtulalım' diye isyan etmiyor mu?" sorusuna oğlu Emir Ali, "Aynen öyle" diye cevap veriyor, baba Dinçel ise inadını açığa vuruyor: "Ben bir tek kendi bildiğimi yaparım!"

Üst kalite şarap yapılamayan Karasakız ve Vasikali gibi yerli şaraplık üzümlerin çoğu, büyük firmalardan da alıcı bulamadığından, bu yıl dallarda kurudu. Adanın meşhur sofralığı 'çavuş üzümü' de derde deva olamıyor. İstanbul'a satılan bu üzüm narin, yetiştirilmesi zahmetli. Bu yüzden çekirdeksiz üzüm gibi daha ucuz ve dayanıklı rakiplerine yetişemiyor, talibi giderek azalıyor. Çocukluğundan aşina olduğu adaya son yıllarda yerleşmeye karar veren İstanbullu avukat Dilek Razıklı, şimdi gözden düşen 'çavuş'un eskiden aileleri geçindirdiğini anlatıyor: "Anneannem de bağcı Talay ailesindendi. Bağlardan gelen üzüm parasıyla bir yılı varlık içinde yaşarlardı. Çünkü o zaman çavuş üzümü çok pahalıya satılırdı. Bağ bozumu sonrası herkes İstanbul'a, çevreye gezmeye gider, hanımlara altın setler alınırdı."

Mirasyediler, kültürü yitiriyor

Özelleşene kadar adadaki tüm üzümleri iyi fiyata satın alan Tekel'in kanyak fabrikasının çiftçiyi kurtardığını düşünen de var, atalete sürüklediğini düşünen de. Mimar Reşit Soley, adada geniş bir bağ arazisiyle birlikte bu fabrikayı da satın almış, 2005 yılında yarattığı şarap markası Corvus'u başarıyla büyütüyor. Adada kendi standartlarında üretim yapan diğer çiftçilerden de üzüm aldıklarını anlatan Soley, yerel kültüre sahip çıkmayan, yapılanmaya ve bağların yok olmasına göz yuman 'İstanbullular'ı eleştirirken, çuvaldızı biraz da ada halkına batırıyor: "Ne yazık ki Bozcaada'da bağcılık kültürü, bunu yaratan Rumların gitmesinden sonra 'mirasyedi' mantığıyla sürdü ve bu miras, artık tükendi."
'Üzüm parası'yla okutulan nesilden, Talay şarapçılığın ortağı Mehmet Talay da ÖTV'nin artması, kaçak bandrol ve haksız rekabet yüzünden altı aydır satış yapamadıklarını belirtiyor. Talay, adadaki kültürel yokoluşa da bir o kadar tepkili. "Adada binlerce yıl öncesinden kalan paralarının üzerinde bile üzüm gravürleri var. Beş bin yıllık kültürü bir anda yok ediyor olmak çok üzücü" diyor. Talay'a göre Avrupa'da ÖTV daha fazla olduğunu söyleyen başbakanın ÖTV'nin hiç uygulanmadığı, üzüm yetiştiricisi Güney Avrupa ülkeleri dikkat etmeli.

Hükümet umarsız

Bağcılara göre, hükümet şarapçılığa karşı umarsız ve hatta acımasız. Şarap Üreticileri Derneği Başkanı Coşkun Güner, hükümetin ÖTV'nin düşürülmesiyle ilgili çalıştığını ancak sonucun belli olmadığını söylüyor, çözüm için üreticilerin de kayıt altına girmesi gerektiğini vurguluyor. Adadakiler adına son noktayı ise Gürkol koyuyor: "Ben bir son göremiyorum, hükümetin geri adım atacağını düşünmediğim için. Şaraplık üzüm yok olmaya mahkum, kimsenin umurunda değil. Burada vatandaşın bir tanesi başbakana 'Bağlardan gerekli verimi alamıyoruz' dedi. O da 'Sökün, başka bir şey dikin' dedi. Bu kadar basit."

Elhamra



Yayınlanmamış haberler #1. Bu bir 'kaybolan geçmiş' haberi, Ocak 2007'de yazılmış . Editörümün haber önerilerime itiraz etmek yerine, hepsini önce yazdırıp, sonra e-posta hesabında okumadan bekletmeyi tercih ettiği bir döneme denk geldi. İlk paragrafını açıp okuması için yalvardığımı bilirim çünkü çok sevmiştim, orayı, o çınar mekanın içinden çıkan kutu kutu eski hikayeleri. Aradan aylar geçti; Elhamra, kulüp olarak yeni bir tarih yazmaya başladı. Haberse hala editörün postasında yapayalnız duruyordu. Burada daha iyi duracak. 

Cadde-i Kebir’de Kaybolan Bir Sinema: Elhamra 

Beyoğlu’nun büyük kısmını kül eden 1831 yangınının ardından kurulan Cine Alhamra, 1999 yılında yaşadığı ikinci yangınla perdelerini bir daha açılmamak üzere kapattı. Önceki haftalarda gece kulübü olarak tekrar hizmete sokulan Elhamra Sineması’nın tarihini, pek çok unutulmaz oyunda Elhamra Sahnesi’ni paylaşmış Genco Erkal ve Gülriz Sururi’nin anılarıyla yeniden yazdık.

Atatürk’ün sineması

Elhamra Sineması, Beyoğlu’nun büyük bir kısmını kül eden 1831 yangınının enkazı üzerine kuruluyor. Grand Rue de Pera’nın 320 numarası olan Fransız Tiyatrosu bu yangında kül olan eserlerden biri. Osmanlı’nın kentine karşı nezaketinin gereği, o zamanlar yıkılanların yerine aynı özenle yenileri konurmuş. Fransız Tiyatrosu’nun yerine İtalyan Guistiniani yeni ve muhteşem bir tiyatro yaptırmış. Eduard Salle’ın eklediği balo salonu ile burası Palais de Cristal diye anılmaya başlamış. Alhamra, 1923 yılında Elhamra Sineması adıyla yeniden açılıyor, Cumhuriyet’e de gözünü bu isimle açıyor. Geniş kadife koltukları, locaları, pirinçten duvar lambaları, Kütahya işi çinileri, balkonunda tuvaleti, her seansta 400 kişiyi ağırlayan salonu ile zamanının en çağdaş ve en görkemli tasarımlarından biri. Tanıtımı için el ilanları, kataloglar, çift yapraklı gazeteler basılan Elhamra Sineması, o günden sonra seyircilerine dünya sinemasının en gözde örneklerini sunuyor. İlk sesli film olarak bilinen 1927 yapımı Caz Şarkıcısı (The Jazz Singer) filmi 1930’da burada gösterildiğinde büyük olay oluyor. Elhamra esas şanını ise “Atatürk’ün sineması” olarak kazanıyor. Mustafa Kemal, İstanbul ziyaretlerinde yalnızca Elhamra’da film izliyor, filmlerin gösterime uygunluğunu da denetliyor. Salonun ilk iki sırasında yer alan göz alıcı, maroken koltuklar bu ziyaretler için hazırlanmış olsa gerek.

Sinema Pera’da izlenir

Giovanni Scognamillo, “Cadde-i Kebir’de Sinema” adlı kitabında Elhamra’nın da ruhunu bulduğu “başkentin başkenti” Pera’nın salonlarını ve Pera seyircisini şöyle anlatıyor: “Frenkçe adlar taşıyan, adlarını 30’lu yılların sonlarında Türkçeleştiren bir dizi salondur bunlar. Frenkçe adlarla açılan bu sinemaların çoğu müşterisi de tipik Pera müşterisidir, sinemayı ilkin şaşırtıcı bir teknik olay olarak karşılayan, daha sonra son derece çağdaş bir gösteri, sonunda toplumsal ve şık bir gösteri, bir eğlence olarak benimseyen. Böylece bu müşteriye uygun, onun zevkine uyan, onun beğenilerinin doğrultusunda olan salonlar inşa edilip dekore edilmiş, yine bu doğrultuda programlar düzenlenmiş, filmler seçilmiş, türler ve yıldızlar tanıtılmıştır.”

Pera’da sinemanın sonraki yıllarını, 1950’leri, doğma büyüme Beyoğlulu Genco Erkal’dan dinliyoruz: “İlk gençlik yıllarımda Lale Sineması’nın karşısındaki bir apartmanda oturdum. O dönemde haftada bir film değişirdi. Oturduğum evden hem Yıldız Sineması’nın hem Lale Sineması’nın büyük panolarını görürdüm. Onlar parça parça aşağı iner, üstüne yeni oynanacak filmin billboarddan daha büyük tanıtım resimleri yine parça parça konurdu. Sonra o parçalar yukarıya doğru çekilir ve o hafta ne oynayacağı, bütün resim ortaya çıkardı. Ben gece üçe, dörde kadar merakla oturup onları izlerdim. Sonra sıra sıra filmlerin hepsini dolaşırdım. Gerçekten o dönem sokağa çıktığınız vakit Yeşilçam’ın yıldızlarıyla karşılaşırdınız. Ya film setinden dönüyor ya sete gidiyor olurlardı. Taksim’den Tünel’e bir gezinti yeriydi. Orada gerçekten çok şık giyinmiş Ayfer Feray’a, Türkan Şoray’a rastlardınız, Ayhan Işık’a rastlardınız. Tiyatro yıldızlarına da tabii. Gerçekten bir Pera kültürü vardı o zaman.”

Sinemadan tiyatroya

Her yeni gün, ömrümüzden yitendir aynı zamanda. Elhamra da yıllara direnirken sık sık isim ve kostüm değiştiriyor, farklı ellerde farklı renklere, farklı kimliklere bürünüyor. Hem bir yeni soluk alıyor her seferinde hem de canından bir parça veriyor değişen zamanlara. 1936’da adı değişiyor, Sakarya Sineması oluyor. 1944’te eski adına kavuşuyor, ancak eski kimliğiyle fazla dayanamıyor. Kıyıda, köşede kaldığı, iş yapmadığı için 1962 yılında tiyatroya dönüştürülüyor.

Elhamra tiyatroya çevrilirken görkemli yapısından bir miktar feda etse de, dönemin coşkulu tiyatro seyircisine kucak açmış oluyor. İstanbul Opereti’ne ve Sururi ailesi, Toto Karaca ve Muzaffer Hepgüler’in kurduğu İstanbul Tiyatrosu’nun efsaneleşen pek çok oyununa mütevazı sahnesiyle ev sahipliği yapıyor. Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu da şöhretin doruğunda oldukları bu yıllarda birkaç sezon 6 matinelerinde Elhamra’da oynuyor. Gülriz Sururi, hem Elhamra’nın İstanbul Tiyatrosu ile yeniden doğuşunun yakın şahitlerinden, hem de Elhamra sahnesinin tozunu yutmuş sanatçılardan. “Çok şaşırtıcı bir biçimi vardı Elhamra’nın” diye başlıyor Sururi ve anlatıyor: “Tiyatro boyutlarında değildi, sahnesi küçücüktü. Geniş bir yarımay veya bir D harfi şeklinde düşünün. D harfinin düz çizgisi sahne. Arkada iki sıra başka hiçbir tiyatro salonunda görmeyeceğiniz, iki sıra çok şık koyu kahverengi koltuklar vardı. Onun arkasında da bir loca ve balkon. Çok şık, havalıydı, fakat sadece şov gibi işler yapıldığından sahne düşünülmemiş. Onun arkasını sahne yapmak üzere çok mücadele vermişlerdi. Biz o sırada Karaca Tiyatro’da Keşanlı Ali Destanı’nı oynuyorduk. Ertesi yıl illa ki gelip oynamamız için babam çok yalvardı, çünkü çok kazanıyor ve kazandırıyorduk o sırada. Ben de dedim ki ‘Biz buraya geliriz ama, burayı tamir etmek lazım. Gişesini, tuvaletlerini, fuayesini.’ Hiç unutmuyorum Celal Amcam, Celal Sururi dedi ki: ‘Burası halk tiyatrosu, ya bizim seyircimiz lüks gişeden korkar da bilet almaktan vazgeçerse, pahalı gişenin biletleri de pahalı olur sanmasın sakın seyirci’. Onu ikna etmek için çok uğraştım. Sonra biz kiraya mahsuben hakikaten ciddi bir yenileme yaptık. Seyircinin ayağı zaten alışıktı, alışmayanlar da geldiler ve üç sene orada oynadık.”

Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nun oyunlarında hem yönetmen hem oyuncu olarak yer alan Genco Erkal, Elhamra’nın kulis arkasını anlatıyor: “Çok ilginç tabii. Elhamra’da birbiriyle hiç ilişkisi olmayan iki türde tiyatro oynardı aynı dönemde. Bir tarafta İstanbul Tiyatrosu; yani Türk yaşamına uyarlanmış Fransız ya da İtalyan komedileri oynayan daha popüler bir halk tiyatrosu. Arkasından daha akademik diyebileceğimiz bir tiyatro, örneğin Bir Delinin Hatıra Defteri, Nazım Hikmet’in oyunları, Yaşar Kemal’in Teneke’si. Onlar oynarken biz gelirdik veya biz oynarken onlar gelirdi. Aynı kulisi paylaşırdık, aynı masalarda makyaj yapılırdı. Hepimizin birer çekmecesi vardı. Sohbet ederdik, tiyatro dünyasındaki dedikodular, günün tiyatro haberleri konuşulurdu. Bir tiyatrodan diğerine nöbet devredilir gibiydi. Aynı masada onlar makyajlarını silerken bizler makyajımızı yapıyor olurduk, ya da tersi. Birileri işlerini bitirir, tiyatroyu diğerlerine bırakırdı. O dönemde bütün tiyatro salonları paylaşıldığından hep böyle kardeşçe ahbaplıklar vardı.”

Sinema geri dönüyor, ama…

Çehresi son yıllarda biraz değişse de, Galatasaray’dan Tünel’e giden yol Beyoğlu’nun üvey evladı gibidir. Tenhadır, az dükkan, az ses, az yaşam vardır. Elhamra Tiyatrosu da bu gölgede kalmışlığı hep yaşamış bir mekân. Sokağın coşkusunu içine çeker gibi çekmemiş insanları bu han. Oraya hep müdavimleri gelmiş, şık giyimli sinemaseverler, sadık ve heyecanlı tiyatro seyircileri. Randevulaşmış gibi gelmişler, onlara bu kez nasıl bir güzellik göstereceğinin merakıyla uzaklardan koşup gelmişler. Genco Erkal ve Gülriz Sururi 60’lı yılların Türk Tiyatrosu’ndan bahsederken bir rüyayı yeniden yaşar gibiler. Haftalar öncesinden biten, karaborsada satılan biletler, yüzlerce metre uzunluktaki tiyatro gişe kuyrukları, onlarca tiyatro salonu, günde üç seans üç farklı oyun gösteren salonlar… Bu büyük tiyatro tutkusu 70’li yıllardan itibaren giderek cılızlaşıyor, Elhamra Tiyatrosu için de bir kabuk değiştirme zamanı daha gelip çatıyor. Elhamra Tiyatrosu yeniden sinemaya çevriliyor.
Elhamra Hanı’nın eski esnafı da Elhamra Tiyatrosu yıllarını büyük bir özlemle anıyor. 1960’tan bu yana Mod Kristin modaevinde çalışan Kemal Işık “İş çok yoğundu o zaman” diyor. “ Genelde çiftler gidiyordu tiyatroya, nişanlılarıyla. ‘Aa burada gelinlik de var, nikah şekeri de var’ derken giriyorlardı bizim dükkana. Tiyatro için de bazen yaka çiçekleri filan veriyorduk. Tiyatrocuların hepsini tanıyordum. Tiyatroyken İstanbul’da bir numaraydı burası. Bütün iyi sanatçılar buradaydı. Tiyatrocular burayı bıraktıkları gibi buranın seyircisi de gitti. Sonra sahibi sinemaya çevirdi.” Bir süre sahibinin işlettiği Elhamra Sineması, daha sonra Yeni Tual Filmcilik’e kiralanıyor. “Önce sinema güzeldi, babaları Hasan Tual çalıştırıyordu. Sonra oğulları aldılar, son yıllarda bozuldu. O kötü filmleri çevirince ister istemez bazı yanlışlıklar da oldu.” Bir kez adı seks sinemasına çıkınca Elhamra Sineması belli bir ziyaretçi kitlesine mahkum olmuş, hanı da mahkum etmiş. “Siz aile olarak geçerken o resimleri görünce, içeride dükkan olsa bile ‘Acaba ne dükkanı?’ diye düşünür geçersiniz. Bilen müşteri bakmaz, girer; ama bilmeyen müşteri geçiyordu.”

Yangın ve götürdükleri

Elhamra tarihinin en hazin hadisesi kuşkusuz 1999’da sinemayı kül eden yangın oldu. Kimisi elektrik kontağı diyor, kimisi faili belirsiz bir komplo. Yedi yıl metruk kalıyor Elhamra Sineması. 2006’da yeni sahibi tarafından uzun süreli bir restorasyondan geçiriliyor, 2007’ye Elhamra Club adıyla giriyor. “Kötü namından kurtuldu böylece, yeniden yapıldı” diye buruk bir sevinç yaşıyor han esnafı. Gönüllerinden geçeni sorduğumuzda ise söylemeden edemiyorlar: “Hani bir kültür sanat merkezi olsaydı, ya da bir tiyatro, yeniden…”

Sinemanın yandığını duyduğunda evindeymiş Kemal Bey, gitmemiş dükkana: “Dedim yanarsa yansın, bizim dükkan da yansın. Napayım?” Kötü filmlerden, azalan Peralılardan, hızlanan ve kirlenen Beyoğlu’ndan yorulmuş. Bu yıllanmış bıkkınlık sayesinde belki de, Beyoğlu’nun Pera olduğu zamanları bilen, öyle bir İstanbul seven tüm “eski toprak”ların dileğini bu kadar sade ifade edebiliyor: “Nasıl bir insan hastalanır, iyileşir. Buranın da bir hastalanma devri oldu, ama er ya da geç muhakkak bir gün eski günlerine kavuşacak.”