25 Ağustos 2010 Çarşamba

kabuk


Her şeyin bir kabuğu var. İnce, kalın, çok kalın.
Ara modeller de var, buçuklu. Biri mesela, kalın-transparan. Arkada bütün kılları tüyleri kırıkları görürsünüz ancak katiyetle elleyemezsiniz. Bazısı çok film olmak istediğinden kalın tutar ama malzeme kalitesiz veya eprimiş olduğundan içini gösterir. Bazısı çok hakiki olmak istediğinden şeffaf tutar ama malzeme hassas olduğundan kalın bir örtüyle korunması gerekir.
Film mi gerçek mi, onu da uzun zaman bilemezsiniz.

Fotoğraf: Rinko Kawauchi

24 Ağustos 2010 Salı

bekaret


Kızlık; sonsuz; ebedi; saflık; temizlik; masumluk; sanat ve düşüncede özgünlük, yenilik; doğallık; tazelik.

Böyle düşününce dünya, ki düşünüyor, bekaret en şuursuz kayıp. Onu bir yerden kaybetsen de, bir yerden saklamalı, olmasa da hiç kimsede hiç öyle bir şey, sadece sembolik de olsa, hatta tutup erotik de olsa bir bekaret, elbet onu da isterim diyor dünya.

görünen


Görünen, gözle görülmeyen, sözle anlatılmayandır. Bu yüzden görülemez pek. İlle kelamını bekler insan. Neden? Görüneni görmek korkutur. Korkunun ezberi güçlüdür.

Ama insan bazen yanar, bazen üşür, bunlar olur. Bunlar neden ezberlenmez hiç? Hatalar neden ezberlenmez? Eris, neden sayılmaz?

Kendini, ruhunu yüce görmek ister insan.
Ya da, inanmak ister.

kalp


Bize hayat veren organımız. Tek. Atıyor, bazen çok hızlı, çok farklı sebeplerden. Atarken ne istiyor? Sahibi tarafından duyulmak, hayat verdiği tarafından. Atışlarına alışılmasın, unutulmasın, yalnızca çok atınca duyulmasın, haksızlık edilmesin.
Bir kalp önce kendisi için atmak ister. Diğer kalpleri duymayı, yeni bir ritim öğrenmek ve daha iyi olmak için, önce kendisi için ister. Daha doğruyu atmak, olmayı bekleyeni oldurmak için. Ama sahipler, canını sokakta bulmuşlar, armağan almışlar, onu anlamaz hiç, dinlemez. Dünyanın en büyük haksızlığı, belki de aklın kalbe yaptığı. İçini onca soysuz duyguyla doldurarak. Ama anlatamaz kalp, atarak anlatılmaz.

Bir gün kalbi kalpten duymak nasip olsa insana...

19 Ağustos 2010 Perşembe

basit


Basit, basit, basit
An basit, zaman basit
Yıllar geçsin bak gör
Çok zor

Basit, basit, basit
Konuşmak basit, düşünmek basit
Yapmaya kalk ve gör
Çok zor

Basit, basit, basit
Sen basit
Ben basit
İkimiz olalım bak gör
Çok zor

Bir tek sen varsın
Hiç zor olmayan
Yaşanmadıkça hiç sorulmayan

Basit, basit, basit
Kalmak basit, almak basit
Ver desinler bak gör
Çok zor

Bir tek sen varsın
Hiç basit olmayan
Yaşanmadıkça hiç sorulmayan
Bir tek sen anlarsın
Doğrularda sorun var
Sen ağlarken onlar gülüyorlar

Basit, basit, basit
Doğmak basit, ölmek basit
Yaşamaya kalk ve gör
Çok zor

18 Ağustos 2010 Çarşamba

çocuk


When the child was a child 

It walked with its arms swinging,

wanted the brook to be a river,

the river to be a torrent,

and this puddle to be the sea.

When the child was a child,

it didn’t know that it was a child,

everything was soulful,

and all souls were one.

When the child was a child,

it had no opinion about anything, 

had no habits, 

it often sat cross-legged,

took off running,

had a cowlick in its hair,

and made no faces when photographed.

When the child was a child,

It was the time for these questions:

Why am I me, and why not you?

Why am I here, and why not there?

When did time begin,
and where does space end?
Is life under the sun not just a dream?

Is what I see and hear and smell

not just an illusion of a world before the world?

Given the facts of evil and people.

does evil really exist?

How can it be that I, who I am,

didn’t exist before I came to be,

and that, someday, I, who I am,

will no longer be who I am?

When the child was a child, 

It choked on spinach, on peas, on rice pudding, 

and on steamed cauliflower,

and eats all of those now, and not just because it has to.

When the child was a child, 

it awoke once in a strange bed,

and now does so again and again.

Many people, then, seemed beautiful,

and now only a few do, by sheer luck.
It had visualized a clear image of Paradise,

and now can at most guess,

could not conceive of nothingness, 

and shudders today at the thought.

When the child was a child,

It played with enthusiasm,

and, now, has just as much excitement as then,

but only when it concerns its work.

When the child was a child,

It was enough for it to eat an apple, ... bread,

And so it is even now.

When the child was a child,

Berries filled its hand as only berries do,

and do even now,

Fresh walnuts made its tongue raw,

and do even now, 

it had, on every mountaintop,

the longing for a higher mountain yet,

and in every city,

the longing for an even greater city,

and that is still so,

It reached for cherries in topmost branches of trees

with an elation it still has today,

has a shyness in front of strangers, 

and has that even now. 

It awaited the first snow,

And waits that way even now.

When the child was a child,

It threw a stick like a lance against a tree,

And it quivers there still today.

Peter Handke - Song of Childhood (Wings of Desire)

16 Ağustos 2010 Pazartesi

sevgi


Bireyselliğimizin temel çekirdeğini fikirlerimiz ve yaşantılarımız oluşturmaz; bu bireysellik, yaratılışımız üzerine değil, daha ince, daha uçucu ve bütün bunlardan bağımsız bir şey üzerine kurulmuştur. Bizler, her şeyden çok, içsel bir seçmeler ve itmeler dizgesinden oluşmuşuzdur. Her birimiz, dizgesini içinde taşır; bu dizge az ya da çok ölçüde, hemen yanıbaşımızdaki kişinin dizgesine benzer; her zaman tetikte ve hazırdır; hoşlandığımız ve hoşlanmadığımız şeylerden oluşan bir piller dizini gibi, bizi bir şeyden yana ya da bir şeye karşı harekete geçirmeyi bekler. Bir benimseme ve yadsıma düzeneği olarak yürek, kişiliğimizin temelidir. Bir durumu bütünüyle tanımadan, belli bir yönde, belli değerlere doğru çekilmekte olduğumuzu görürüz. Bundan dolayı yeğlediğimiz değerlerin öne çıktığı durumlarda olağanüstü bilgeleşir, duyarlıklarımıza yabancı olan değişik eşit ya da üstün değerlerin öne çıktığı durumlarda da görmez oluruz.

Büyük bir düşünürler topluluğunun bugün candan desteklediği bu fikre, başka hiçbir yerde rastlamadığım ikinci bir fikir eklemek istiyorum.
Başka bir insanla birlikte yaşarken, en çok ilgimizi çeken şeyin onun inandığı değerler dizisi, yeğlediği şeyler olmasında anlaşılmayacak bir şey yoktur çünkü, o insanın varlığının kökeninde ve kişiliğinin kaynağında bunlar yatar. Benzer biçimde, bir çağı anlamaya çalışan tarihçi de, her şeyden önce o dönemde yaşayan insanların ağır basan değerlerinin bir listesini çıkarmaya çalışır. Yoksa o çağın belgelerinin tarihçiye açıkladığı gerçekler ve bildiriler, ölü birer mektup, birer bilmece, birer sessiz oyun olup çıkar; derinlerine inemediğimiz, o kişinin gizli 'ben'inde ne gibi değerlere hizmet ettiğini yakalayamadığımız zaman, başkalarının söz ve davranışları da tıpkı böyledir. Bu ben, yüreğin oluşturduğu bu çekirdek, aslında büyük ölçüde onu içinde taşıyan - daha doğrusu onunla birlikte doğmuş olan - bizden, kendimizden bile saklanmıştır. Bu çekirdek, yeraltının yarı karanlığında, kişiliğin mahzeninde iş görür; onu algılayabilmek, ayaklarımızı bastığımız toprak parçasını görmek ölçüsünde güçtür. Gözbebeği de kendisini görmez. Üstelik, yaşamlarımızın büyük kesimi kendi çıkarımız için oynadığımız iyi niyetli bir güldürüden oluşur. Bize ait olmayan davranışlar edinir, üstelik bunları, başkalarını kandırmak için değil, kendi gözümüzde kendimizi yüceltmek için, tüm içtenliğimizle oynarız. Kendimizi oynayan bizler, toplumsal çevrenin ya da istemimizin organizmamız üzerinde yarattığı ve gerçek yaşamlarımızın şimdilik yerine geçen yapay etkilerin dürtüsüyle konuşur ve davranırız. Okur bir an durup da kendini çözümlemeye girişirse, "kendi" fikri ve duygularının büyük bir kesiminin kendisine ait olmadığını, bunların kişisel ben'inden kendiliğinden doğmadığını, tersine yoldaki tozun gelip yolcunun üstüne konması gibi, toplumsal çevreden gelerek onun içindeki en derin koyakta birikmiş başıboş fikirler ve duygular yığını olduğunu şaşkınlıkla - belki de korkuyla - keşfedecektir.

Öyleyse edimler ve sözler, bir konuşucunun içindeki en derin gizleri çözmeye giden en iyi ipuçları değildir. Bunların ikisi de hem denetlenerek değiştirilebilecek hem de taklitle edinilebilecek şeylerdir. Suç işleyerek bir servet biriktiren hırsız, bir gün bir insanseverlik ediminde bulunabilir ama gene de hırsız olmaktan kurtulamaz. Sözleri ve edimleri çözümlemek yerine, önemsizmiş gibi görünen şu şeylere bakmak daha yararlıdır: el kol hareketleri, yüzdeki anlatım. Önceden düşünülüp hazırlanmadıkları için bunlar, derinlerde yatan gizleri ele verir, genellikle tam bir doğrulukla yansıtırlar.

Ortega Y Gasset - Sevgi Üzerine

wovon

İnsan neyle yaşar?
İnsan neyle yaşar: Ezip hiç durmadan.
Soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları.
Yaşayabilmek için hemen unutmalı
İnsanlığı unutmalı insan.
Katı gerçek budur, kaçınılmaz.
Kötülük yapmadan yaşanmaz.

Bertolt Brecht - Üç Kuruşluk Opera

10 Ağustos 2010 Salı

gelenler

Şu sıralar Türk Dil Kurumu sözlüğünü çok derin buluyorum. Çeşitli genişlemeler yaratıyor sözlüğe bakmak illa ki. Mesela, daral tembellik demekmiş. Ne hoş! Tembelliğin çok çalışırken ve yorulurken de gelebilen bir versiyonu.

Çalışmakta olan kafanın yorgun tembelliği veya tembellik yorgunluğu. Veya: Hafta sonu içkisi yorgunluğu, bok koklama ve temizleme yorgunluğu, daima kirli hissetme yorgunluğu, makale yazamama yorgunluğu, referans verememe yorgunluğu, referans olamama yorgunluğu, yalnız kalamama, insan kaldıramama, uyuyamama, başkasına çalışan olma, daima yorgun olma yorgunluğu.

Doğru; belki de burada bir tembellik var. Düşünülmemesi gerekenler ile kafa doldurma tembelliği. Düşünülmemesi gerekenleri düşünmek daha kolay olduğundan mı? Alışkanlık. İşin aptallığı: Bu sefer de sürümden kazanıyor yorgunluk; daral oluyor. Ve geliyor.

Daral geliyor: Kafayı yordukça çıkamamak - yormamak için yorduklarından kalan yorgunlukla uğraşırken uykuya düşmek - mi düşememek mi derken bir sigara - baş ağrısı - uyku - mu okumak mı yazmak mı bakmak mı - derken yorgun bir uyku - yorgun bir kalkış, dalgın bir duş ve yorgun yağlı poğaçalı vejetaryen kahvaltı ve b12’sizliği düşünürken b12’siz bir öğlenden sonra b12 araştırmak için çalışılmak için araştırırken uyunan bir akşam üzerinden sonra b12’li gıdalar alınamayacak ve neydi onlar hatırlanamayacak kadar yorgun bir dönüş yürüyüş-sürünmecesi.

Şimdi bu işten eve taşınan beden ve yazıyla gelen nedir tam olarak? Daral mı? İlham mı? Herhalde yalnızca gelenler geliyor, şimdilik gelebilecek olanın hepsi.

5 Ağustos 2010 Perşembe

çuvaldız



"İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır."

Doğrusu bu işte! Türk Dil Kurumu resmen açıklamış. Ne kadar anlaşılır geliyor şimdi. Fedakâr kültürümüzün atadedeleri işte olaya apaçık böyle bakmış. Bir kere batırmak var, oranlar da var, sıralama düzgün, beklenti gerçekçi. Atalar gerçekçi olurlar genelde...

Oysa ne zorlanmıştım, ilk duyduğumda. Aklım hemen şöyle çevirmişti, nedense:

"Çuvaldızı kendine, iğneyi başkasına batır."

Anneannem'le (anânem) tartışmıştık ilk: "Olur mu güzel kızım? İğne küçük. İğneyi kendine batırınca, uff canın yanacak. Çuvaldız daha büyüğü. Sonra onu zaten batıramazsın kimseye."

Anlayamadım. Bir kere neden kendime küçüğünü batırıyorum? En büyüğü neymiş, onu bir görmek gerekmez mi? Burada bir hinlik var ama ne?

Hem sonra, kendime iğne batırınca, canım yandı diyelim. Niye başkasına başka bir şey batırmayayım ki? Madem mevzu önce benim canımın acısı, ona çuvaldız da batırırım bıçak da tornavida da! Zaten bu her kimse, anlamak için kendime bir şeyler batırmışım, kendi canımı yakmışım! Şimdi o öylece yürüyüp gidecek mi? Çuvaldız ne olacak peki? Çuvaldız niye var peki?

Pekala da batırırım! İstediğimi batırırım! Hatta işim iyice kolaylaşır. Derim ki mesela: İğnenin acısı bir başka olur, onu saaade çeken bilir. Onun yanında bıçak ne ki, tornavida ne ki, penis ne ki, cop ne ki...

***

Anlayamadım, kafam karıştı, sustum. Ama ikna olmayı da severdim; işleri kolaylaştırır, karnın çok ağrımaz. Tamam, iğneyi kendime. Ha iğne ha çuvaldız. Sonuçta insan önce kendine.

Peki, iğneyi seçtim, batırıyorum, batırıyorum.. Batırdım, uff. Evet şimdi gereken nedir? Ötekine bir şey mi batırmalıyım? İlla çuvaldız mı batırmalıyım? Sonra o bana geri ne batıracak? Bu ne kadar daha böyle sürecek?

Yani zaten ben bu sahnedeki vahşetin özünü kavrayamadım ki. Arkadaşlar, neden birbirimize bir şeyler batırıyoruz?

Sonra şöyle anlıyorsun: Hayat! Ben! O! Onlar! Biz! İnsan! Veee... çünkü insanlar.

Geriye ne kaldı? E, bari iğneyi kendine batır, çuvaldızı başkasına.

Yıllardır hiç ihtiyaç duymadığımı fark ettiğim bu laf az evvel anısıyla beraber tepeme düştü. Google’ladığımdan çıkan akılda kalıcı ve daha bir hoş sonuç şudur: Atasözünü tam da benim tarzımda karıştıragelen, hatta bunu üşenmeyip forumlarda birbirlerine soran bir kitle var! Çuvaldız mı kendimeydi gibi tuhaf bir karışıklığı böyle anonimce paylaşmayı beklemezdim. Artık bu durum mu bu beklemezliğim mi tuhaf bilemedim, ama güzel.

İş saatinden kendi keyfine çalmaca yazısı