30 Haziran 2023 Cuma

çiğiltepe


Çiğiltepe, Afyonkarahisar'ın Sandıklı ilçesine bağlı bir köy. Ankara'nın Mamak ilçesine bağlı Çiğiltepe Mahallesi ise adını, bu köyü kurtarırken öldüğü için Reşat Çiğiltepe adını alan askerden almış. İşte ben de, serebral korteksimin henüz gelişmediği ömrümün ilk yıllarında yaşadığım diğer semtleri hatırlayamadığım için, çocukluğumu bildiğim kadarıyla bu mahallede, Çiğiltepe Askeri Lojmanları'nda geçirdim. Orayı anımsama ihtiyacı hissediyorum ve bir süredir oradan kalan anı parçacıklarını, eski fotoğrafları, müzikleri zihnimde biriktiriyor, birer birer tutup bakıp yerine bırakıyorum. Bu dağınık arşive biraz çeki düzen vermeyi deneyeceğim.                 

1988'den itibaren, 1994'e kadar anımsayabildiğim haliyle lojman, kulübe içinde silahı olan ama kullanma yetkisi olmayan bir erin durduğu, Mamak Muhabere Okulu'nun karşısındaki giriş kapısı ile mobilyacılar sitesine açılan başıboş bir çıkış kapısı arasındaki geniş alana yayılır ve kenarlarında ağaçlar, arslanağızları ve adını bilmediğim başka pembe çiçekler olan kaldırımlarına rağmen, gıcır gıcır simsiyah asfalt ve yüksek yüksek beton kütlelerin damgasını vurduğu bir yerdir. Ana caddenin çevresinde bir anaokulu, bir ilköğretim okulu, bir Ordu Pazarı, tepelik çay bahçemsi bir oturma alanı ve çok sayıda geniş bahçeli, 5 ve 10 katlı apartmanlar bulunur. Merkezi sistemle iyi ısınan, boya badana ve tamirat işleri askerlere yaptırılan, çok düşük kiraya oturulan geniş dairelerde subay ve astsubay aileleri yaşar. Biz de bu ailelerden biriyiz. Annem, babam ve ben. Babam Harita Mühendisi. Hatırlayamadığım zamanlarda her yılın 6 ayında var, 6 ayın yokmuş. Emrindeki bir bölük askerle kuş uçmamış, ayak basılmamış arazilere tırmanır, çadır kurar, rakım ölçümü yapıp direk dikermiş.  Parmakları mantar olmuş ve ruhu biraz daha vahşileşmiş halde dönermiş her seferinde. Döndüğünde ben onu pek tanıyamazmışım, o da beni. İlk ihtiyacı annemden ilgi görmek olurmuş, bu emeği evdeki çocukla paylaşmak pek hoşuna gitmezmiş, içten içe. Hatırlayabildiğim zamanlar 5 yaşımdan başlıyor, yani babamın artık hep evde olduğu ilk yılımızdan. 

Lojman ile Şehir arasında saatte bir kez körüklü otobüsler kalkar. Bu otobüsler yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından sizi Kızılay'a bırakır ve oradan alır. Körüklü otobüsün merdivenleri çocuk ve engelliler için fazlaca yüksektir. Sakat annemin bu otobüse binebilmesi ve yine fazlaca yüksek yapılmış kaldırımlara çıkıp inebilmesi için kolumu uzatır, onu hafifçe yukarıya çekerim. Annemle Kızılay'a senede bir iki kez gider, mağazaların ve markaların sayısının sınırlı olduğu o yıllarda alışverişlerimizi Ankara'nın meşhur pasajlarından yapıp geri döneriz. Annemin enerjisi sınırlı olduğundan alışverişte onu fazla yormamaya çalışırım, bu yüzden en beğendiğimi değil, bazen bedeni uymasa bile ilk bulduğumuzu ve uygun fiyatlısını alırız genellikle. Dönüşte otobüsler doludur, toplu taşımada uzun süre dengemi kaybetmeden ve arkamı kollayarak ayakta gitme becerisini o yıllardan edinmişim. Çok yorulduğumda annem kısa süreliğine sakat bacağına oturmama izin verir, bazen birkaç dakika otursam da çok uzatmam çünkü üstüne bindirdiğim ağırlıktan ötürü, sanki onu daha da sakatlıyormuşum gibi hissederim. 

Lojmanın giriş kapısının az ilerisinde Çiğiltepe İlköğretim Okulu göze çarpar. Lojmandakilerin çocuklarının hemen hemen hepsi ilkokulu burada okur. Yerleşkemizin az yukarısında konumlanan Altındağ gecekondularından ve lojmanın kapıcı dairelerinden az sayıda alt sınıftan çocuk da asker çocuklarıyla birlikte bu okula devam eder. Silik misafir öğrenciler gibi görünürler biraz, tıpkı Erzincan depreminden sonra bizim sınıfa gelip birkaç ay kalan, adını bilmediğim kız gibi. Bu misafir öğrencileri utandırmamak için muz gibi pahalı meyveleri Yerli Malı Haftası'nda okula götürmeyiz; elma, armut ve portakalı tercih ederiz. Ama yine de şiveli konuşmaları, kırık notları ve düşük bulunan zekalarıyla alttan alta dalga geçildiği olur. 

İlkokul 3'ten 5'in sonuna kadar ben de bu okula gideceğim. Ama ilkokula başlarken annem beni önce özel'e vermek istemiş ve babamı iyi eğitimin ve erken yaşta dil öğrenmenin önemi üzerinden bir şekilde ikna etmiş. Ben de 1. ve 2. sınıfta, babamın saydığı paraların büyük gerilimi eşliğinde, sonlarında genelde uyukladığım uzun servis yolculuklarıyla, o zamanlar Gaziosmanpaşa'da bulunan Özel Atılım İlkokulu'na gidiyorum. Sınıfın okuma yazmayı en hızlı sökeni ve en hızlı okuyanı, üstelik İngilizce diksiyonu da en iyi bulunup daha ilk haftadan başrole (kötü kraliçe) seçileni olmuşsam da, oradan aklımda kalanlar bunlar değil. Okulun ilk haftası, çok beğendiğim Deniz isimli sarışın mavi gözlü Atatürkümsü çocukla oynadığımı sanırken onu yere yatırıp yüzünü çizmem ve uyarı almam. Pamuk Prenses yerine kötü kraliçe yapıldığıma içerlemiş halde sahne aldığım sene sonu piyesinde, koluma taktığım elma şekerleriyle dolu koca sepetle birlikte yere yuvarlanışım ve bütün salon bana gülüyormuşçasına büyük utancım. Ertesi yıl en sevdiğim arkadaşımla sıranın üstünde beden eğitimi kıyafetlerimizi giyerken şakalaştığımı sanıp onu yere düşürmem ve kolunu incitmem (ve resim öğretmeninden yediğim tokat). Bu küçük şiddet emareleri bir yandan tüccar çocukları ile taşra ruhlu asker çocuğu arasındaki kültürel farkın yarattığı yalnızlık ve tuhaflığın, diğer yandan askeriye yaşamına içkin şiddetin bir yansıması olsa gerek. Lakin o zamanlar pedagojik kitap ve yaklaşımlar pek yaygın değil ve yaşanan sorunlar bu yönleriyle ele alınmamış. "Hem onca para veriyoruz hem de memnun değil, ne gerek var, kuş mu konduruyor?" denmiş. Ben de bu okulu arkamda bırakmak istiyorum. 3. sınıfta Çiğiltepe İlköğretim Okulu'na kaydoluyorum. Artık boynu bükük hissetmiyorum, bilakis üçlü çetemizin en baskın üyesi benim, Z. ve ST. can dostlarım. Öğretmenimiz de veliler gibi asker eşi. Şahsiyeti sıkıcı, eğitmenliği vasat olsa da, sınıfta sıkı bir disiplin kuramaması işimize geliyor. Homososyalliğe fazla hızlıca geçtiğimizden herhalde, geniş beton bahçede Kızlar-Erkekler Kovalamaca oynamak çok hoşumuza gidiyor, kalbimiz çarpıyor. Okul çıkışlarında bazen sınıfın erkeklerinin futbol maçlarını izlemek için taşlı parka gidip oturuyor, izlerken kıkırdıyoruz. Diğer zamanlarda biz bizeyiz. Buluğ çağı kızları için hazırlanmış dizimize yetişmek üzere okuldan eve hızlı hızlı yürürken neşeyle çene çalarız. Bahar günlerinde okul çıkışı ve hafta sonları, o ismini bilmediğimiz çiçeğin uzun ince yapraklarından kendimize tırnak yapar, aslanağzını koparıp kukla yapar, ağzını oynatırız. Yazın tatil zamanı sabahtan evden fırlar, merdivenleri ikişer üçer atlayarak inip kapıda arkadaşlarımla buluşurum. Bütün gün dört tekerlekli patenle lojmanı boydan boya dolaşır, eve sadece öğle yemeğine uğrar, arada da Cheetos cipsle karnımızı doyururuz. Biraz daha macera istediğimizde, kapıya benzemeyen çıkıştan Siteler'e doğru yürür, bakkaldan boyalı buz yani Meybuz alır, pis plastiğini yırtıp emeriz. Bazen de oradaki fırına annelerimiz elimize yumurta verip gönderir, yumurtalı pide yaptırmak için. Asker aileleri Siteler'in yanında oturdukları için mobilyalarını buradan pazarlıkla satın alır ve ara ara değiştirirler. 

Subay aileleri 10 katlı apartmanlarda, astsubaylar 5 katlılarda oturur. Biz 10 katlıdayız ya, bana hep daha sevimli gelmiştir 5 katlılar; daha az yüksek, daha az beton. Lojmanın yukarı kısmındalar ama sanki başka bir semt gibi orası; daha sık sıralanmış binalar, daha dar bahçeler, ara sokaklar. Babası astsubay olan sınıf arkadaşım B. orada kalıyor. Beni çok seviyor ve arada bir bize geliyor. Annemin ona gösterdiği fazladan şefkatten ve sonra yaptığı bazı açıklamalardan, astsubay ailesi olmanın ve 5 katlılarda kalmanın aslında pek de matah bir şey olmadığını, onların da 10 katlılara ve bizim hayatımıza özendiklerini anlıyorum. Bu konuda arkadaşıma söyleyebilecek rahatlatıcı bir sözüm yok ama henüz. 

İlkokulun ilk yıllarında Cansu apartmanındayız. Apartmanın ayrı bir atmosferi var. Apartmandaki bir grup kadın nöbetleşe düzenledikleri "gün"lerde buluşmayı ve kahvaltı sonrasından akşam yemeği hazırlıklarına kadarki gündüz kuşağı saatlerini bir arada geçirmeyi seviyor. Annem de malulen emekli olduğundan beri o grubun içinde. Sıradan "gün"lerde altın ve dolar biriktiriliyor, börekler kurabiyeler pişirilip tadılıyor, tarifler ve tavsiyeler veriliyor, oyun havaları açılıyor ve dertleşiliyor. Herkes herkesin hayatını yakından takip ediyor ama yalnızca yakın dostlarla paylaşılan ve orada kalan sırlar da var. Annemin gün sırası geldiğinde, okul dönüşü salon masasındaki leziz yemeklerle karşılanıyorum. Bana tuzlu-tatlı karışık bir tabak hazırlanıyor, yemeğimi yerken biraz gözlem yapıyor, sonra odama geçiyorum. 

Sıradan günlerim ise daha çok çocuklu komşuların evine gire çıka geçiyor. M. 4 yaşında, saatlerce sadece "Bu ne?" cümlesiyle konuşabilir. Abisi N. karşı cinsten tek arkadaşım, benden biraz büyük ama hiç abilik taslamıyor, çok sevecen. Sınıfımdaki oğlanlarla aramızdaki mesafe arttıkça, onunla arkadaşça sohbet etmek tuhafıma gitmeye başlıyor. Bir gün annem beni M. ile N'lere bırakmış, oynuyoruz. Akşamüstü kapı çalıyor, B. teyze bir açıyor ki annemin yüzü gözü kan içinde. Teyzemler sattıkları evin parasını bankadan nakit çekmiş, çantalarına koyup taksiyle eve getirmişler, havale ücreti ödememek için. Bir boksör takip etmiş annemi taksiyle, paranın büyüğü onun çantasında. Asansöre binmişler birlikte, yumruk atmış anneme, boksör yumruğu. Sonra çantayı alıp aynı taksiyle dönmüş. Kulübedeki asker de taksici de bir şey anlamamış. Profesyonel hırsızlıkla böyle tanışıyorum. 

İlk hırsızlık deneyimimi ise kuzenim U.'yla yaşıyoruz. O yıl teyzemle bizde kalıyorlar, eniştem ise güneydoğuda görevde. U. o zamana kadar sürekli okul ve şehir değiştirmiş, ilk kez büyük şehirde ve ergenliğinin başlarında. Bazen teyzemle aralarında bağırış, kavga, dövüş oluyor. Küçük bir tanığım. Annem U. ile bizi bir gün Kızılay'da bir pasaja götürüyor. Biz de, U.'nun fikri tabii, dükkanın önündeki cep kitaplarından ikisini yürütüyoruz. Yolları tepip lojmana varınca fark ediyor annem. Bizi alıp bir sonraki otobüsle geri götürüyor, pasaja. Hava kararmak üzereyken dükkana varıp kitapları geri veriyor ve özür diletiliyoruz. Yine otobüsle geri dönüyoruz. Bu olay üç dört saat kadar sürüyor, bir daha da çalmıyoruz bir şey. Çok sonraları, U.'dan sokak tabelalarının sökülüp oda dekorasyonu için kullanılabildiğini öğreneceğim.   

Ş. teyze apartmanda annemin yakınlarından. Kızları G. TED Koleji'ne gidiyor. Zengin arkadaşları var, doğumgünü hediyelerinden anlaşılıyor. Babaları lojmanda sıkça bulunan sinir hastası subaylardan biri. Ş. teyze de gündüzleri çalışıp akşamları şiddet görüyor, B. ile C.nin anneleri gibi, ama biraz daha çok. G. ile kardeşi İ.'ye gündüzleri okul dönüşü korkunç babaanne bakıyor. Bir odanın içinde oynuyoruz, gözü üstümüzde. Evdeki gerilim babaanne tarafından gündüzleri de özenle korunuyor, babalarının gelişiyle yalnızca ivmeleniyor. Bazen gepgergin akşam yemeklerine kaldığım da oluyor, yemeği beğenmemekten ve her lokmamın sesinden korkarak.  

Eksantrik bir komşumuz var, B. hanım. Nasıl olmuşsa bir subayla evlenmiş bir piyano hocası, konservatuarda ders veriyor. Annem Allahın Mamak'ında bulduğu bu fırsatı kaçırmamış ve içinde kalan çocukluk hayalini benim gerçekleştirmemi sağlamak üzere B. hanımla tanışıklık kurmuş, bana ders vermesini rica etmiş. O da pek adeti olmadığı halde kabul etmiş, cüzi bir ücrete bana salonundaki kuyruklu piyanosunun başında ders veriyor. Simsiyah, upuzun, pırıl pırıl. Salona girerken ayrı, çıkarken ayrı okşuyorum, o da sesiyle yüreğimi okşuyor. Babam kısıtlı bütçesini zorlayarak eve piyano almayı anlamsız bulduğu için bana org alıyorlar ama Yamaha. Almışken iyisini alacaksın. Lakin ben de kuyruklu piyanodan sonra Yamaha orgda çalışmayı anlamlı bulmuyorum anlaşılan ki pek başına geçip çalıştığım olmuyor. Olsun, bu durum hocamın pek umrunda değil. Hep şefkatli; bağırış, küçümseme yok. Sonsuza dek sürecek sanıyorum ama pek uzun sürmüyor. Amerika'dan burs alınca lojmandan taşınıyor sevgili hocam, piyanosuyla birlikte. Hayal meyal hatırlıyorum, balkondan vinçle ağııır ağır indiriyorlar, biz de izliyoruz, filmin son sahnesi. Benim için bitti ama annem için bitmiyor. İlkokulda müzik öğretmeni olan bir başka subay eşine götürüyor beni, küçük orgunda "piyano dersi" almaya çalışıyorum, o da öğretmeye, ama ı-ıh. Piyano gitti ve piyano bitti. 

Mutfağımız küçük, caddeye bakıyor. Sabahları annem babamla bana kahvaltı hazırlıyor, önce babam sonra ben çıkıyoruz. Ocak üstü tost makinesiyle beyaz ekmeğe tost yapıyor, müzikli kupamda sıcak süt içiyorum. Bebekliğimde pis kreşlerde ve bakıcı ellerinde çok ateşli hastalık geçirdiğim ve sonunda beni birkaç aylığına İstanbul'da anneanneme bırakmak zorunda kaldıkları için, annem artık bana her sabah servise inmeden hemen önce bir tatlı kaşığı pekmez içiriyor. Midem bulansa da içiyorum, sağlık için. Akşam yemeklerini de mutfak masamızda yiyoruz. Cafcaflı turuncu suni deri kaplama metal sandalyelerimiz ve turuncu bir mika masamız var. Yemeğe en son ben gelip en son da ben kalkıyorum, çok yavaş ve az yiyorum o zamanlar. Bamya, bakla, kereviz gibi yemeyi reddettiğim birçok sebze var, annem olabildiğince saygı duyuyor ama karşılığında tabakta lokma bırakılmayacak çünkü yemek ziyan edilmez. Afrika'da çocukların açlıktan kırıldığını hatırlatıyor böyle anlarda.

Yaz öğleden sonraları annemle birlikte mutfak masasında oturup TRT'nin radyo tiyatrosunu dinlediğimiz oluyor. Bir akşamüstü de o zamanlar kimsenin bilmediği, bilenin de virajından düşüp ölebileceği düşüncesiyle gitmeye korktuğu, yazın yalnızca trekkingci Alman turistler ve mevsimlik inşaat işçilerinin sokaklarda yerlilere eşlik ettiği bir Ege beldesi olan Datça'da, ikinci eşiyle birlikte adım adım inşa ettikleri modern gecekonduda yaşayan anneannemden bir paket geliyor. Mutfak masasının üstünde duruyor, açıyorum ve ilk Cindy bebeğimi elime alıyorum. Bana karnemin hepsi pekiyi gelmeden, bir başarı gösterip hak etmeden alınan oyuncak sayısı çok sınırlı. O yüzden bu bebek çok değerli, ortaokula kadar tatillere bile kucağımda taşıdığım büyük boy oyuncak ayım gibi.     

Bebekliğimde bana çok baktığı ve annem hep hasta olduğu için, anneannem yarı annem sayılır. Ankara'ya geldiğinde beni o uyutur, ışıkları kapatıp bana masalımda hangi karakterler olmasını istediğimi sorar. Masalı birlikte yazarız, sonunu çok merak etsem de çoğu zaman ortasında uyuyakalırım, ya da zaten sonu olmayan masallar bunlar. Okuma yazmayı öğrenir öğrenmez, anneannem bana bir günlük alıyor. Ya yılbaşı, ya doğumgünüm, o da bizimle. Deftere ilk günlerden itibaren yazmaya başlıyorum. Her gün değilse, iki üç günde bir, o gün olanları tarihe geçiyorum: Bugün yine televizyon izledik, yemek yedik ve televizyon izledik. Ara tatil bitse de okul açılsa, ya da kar gelse. Bir gün ağlayarak ve kendi gerçekliğimden ürke ürke "Babamı sevmiyorum" yazıyorum bir sayfaya, bunu her defasında yazmasam da sık sık hissediyorum. 1. sınıftayım, matematik işlemlerine başlamışız. Toplamayı anlamam gerekiyor, annem babama bana öğretmesini öneriyor. Babam benim üç katım, sırtımdan bakıp bana ve defterime, dik dik anlatıyor. Anlamadığımı söyleme cesaretinde bulunuyorum ama buna tahammülü yok, bağırmaya başlıyor. "Anlamayacak ne var, iki artı iki dört işte!". Bir daha babamın beni ders çalıştırmaması için var gücümle çalışacağım. 

Kırmızı çevirmeli bir telefonumuz var evde, kocaman ve çok şık. Zili, tuşlarının çevirme sesi. Kullanmak vakit alıyor ama keyifli bir vakit. Eğer büyük bir rakam çevireceksen, 8 gibi, diğer bütün rakamların üstünden geçersin. Sabırla çevirip geriye doğru sayarken, numaranın neresinde kaldığını unutmamalısın. Karıştırırsan başa dönersin, tüm rakamların üstünden geçersin tekrar, olsun. Eskiden birini aramak için postaneye gidip beklermişsin, haber salarlarmış. Evde bir telefon olması büyük lüks, kendin çeviriyorsun, çalıyor, aradığın kişi açıyor. Böylece rakamları pekiştire pekiştire, ev numaramı çok küçükten ezberlemişim. Hatta bir gün Kızılay'da kaybolduğumda dükkan sahibi bu sayede evi aramış, babam gelip almış beni. Ve televizyon tabii. Çizgi filmlerin duygusal dünyamızda büyük yer tuttuğu yıllardayız. Heidi ve Uçan Kaz'ı hayal meyal hatırlıyorum. Benim kıymetlim o tarihte ismi sayesinde ağır dramını maharetle gizleyen Şeker Kız Candy ve fark ettirmeden içimize her an karşılaşabileceğimiz çok güçlü bir kötülüğün korkusu salan Clementine. O zamanlar videoyu geri sarmak yok. Bir bölümü kaçırdıysak yana yakıla komşunun çocuğuna koşuyoruz ne oldu diye.  

2. sınıf bitince Tuncer apartmanına taşınıyoruz, Siteler'in bitişiği. B. ve kardeşi C.'yle tanışıyorum orada. Evlerinde takılıyor, bazen yatıya kalıyorum, bazen de B. bizde. Anneleri psikolog, babalarıysa babamdan bile daha sinirli. Sesi ve yüzü küçücük bir istenmeyen hareketimizde öyle ürkünçleşebiliyor ki, hemen ayakkabıları kapıp kaçasım geliyor ama ayıp olur. İçeri kaçıyoruz biz de. Yatıya kalıyorsam akşamüstleri anneleri bazen oynamamız için malzemeler veya fikirler veriyor bize. Haftasonları Seyyal Taner açıp dans ediyoruz, yazıp çiziyoruz, boyuyoruz, rol yapıyoruz. Evde tavşan besliyorlar bir dönem, sonra askeriyenin çayırına salıyorlar. Çözmesi güç bir şefkat-hiddet sarmalı. Hafta içi okul dönüşü saat 4 gibi anahtarla açıp giriyorlar eve, anneleri de yok babaları da. Evin üçümüze kalması eğlenceye davet. Masal hattını arıyoruz bazen. 900'lü hatlar yeni çıktığında bir gün de onu deniyoruz. Beni gaza getirmişler de ben aramışım, ya da sadece bahsetmişler de ısrar etmişim arayalım diye, ya da arkadaşlarımın beni böyle kolayca satabilecekleri fikrine kabullenemediğimden bu hikayeye kendimi inandırmışım. Sonuçta o ay babalarının yüzünü en korkunç haline getirecek kadar yüksek bir telefon faturası geliyor evlerine. Suçlu ben oluyorum. Sonraları pek görüşmüyoruz B. ve C. ile.

Apartmanın önünde asfalt zeminli bir parkta okul çıkışından akşam yemeğine kadar, küçük çaplı tatlı bir sosyalliğimiz var. Tahterevallide denge hareketlerimi Ninja Kaplumbağalar izleye izleye geliştiriyorum. Tom ve Jerry, Taş Devri, Scooby Doo, Red Kit... Ama hepsi bir yana, Charlie Brown bir yana. Günlüğüme yazıyor, rüyalarımda görüyor, hoşlandığı kızı kankasının tavladığına tanık olurkenki iç burukluğunu içimde yaşıyor, bana yapılmışçasına üzülmekten kendime gelemiyorum bir süre. Charlie benmişim, o talihsizlik de bizzat benimmiş gibi. Akşamları bizimkilerin yanında televizyona dalıyorum bazen ama o tatlı dakikalar kısa sürüyor, dürtülüyorum: "Kalk yerine yat kızım, yatağında uyu". Haftasonları televizyon keyfi başkadır. Türk filmleri ve westernler saatlerce alır beni. Zaman zaman da maç izleriz, babam küfreder, annem ekranın önünden geçerken golün başı kaçar, klasik.

Apartmanın önündeki caddeden 29 Ekim'de erlerle dolu ışıklandırılmış tanklar, hoparlörlerden çalınan marşlar eşliğinde geçer, herkes balkonlardan izleyerek tezahürat eder. Başkentlilerin geri kalanının muhtemelen şahit olamadığı bu yerel ritüele Fener Alayı denir.  Annem ve babamla birlikte 5. kattaki balkonumuzdan izlediğimiz bu ışık ve ses gösterisi, ansızın yarattığı lojman boyu biraradalık ve ahenkle bende coşku uyandırıyor. Balkon önemli, özellikle de yazları. Annemle banyodan kovayla su taşıyıp, bolca vakit geçirdiğimiz bu taş zemini sık sık yıkıyor, temiz tutuyoruz. Ayaklarımı balkon suyuyla serinletmek hoşuma gidiyor, kovanın dibini ayağıma döküyor annem. Arkadaşlarımla etrafı gözlemek ve komşularla ilgili dedikodu etmek için ideal bir yer. Bize geldiği zamanlar U.'yla da bazen balkona çıkıyor, çaktırmadan aşağıya bir şeyler atıyor ya da su döküp gülüyoruz. O yıllarda U. ne diyorsa yapmam, bana kuralı bozmanın cazibesini hatırlatmasından belki de.   

Çiğiltepe'de kışları çok kar oluyor. Altındağ'ın lojmana sızdığı dik bir yokuş var, kaldırımın kenarında kavak ağaçları çıplak çıplak sallanıyor. Kar yağdığının ertesi günü çok güzel buz tutuyor orası. En tepesinden otobüs durağının olduğu düzlüğe kadar altımızda poşetlerle kayıyoruz. Gecekondulu abiler de bizimle birlikte kaymaya geliyorlar. O gün şansıma bir kar lastiği kılıfı bulmuşum, sevinçliyim, poşetten daha iyi kayacak bu. En tepesine çıkıyorum kaldırımın, oturup kılıfın üstüne, kendimi buza bırakıyorum. Bir an sonra, yanımdan geçen bir ayak, kılıfı sertçe çekiyor altımdan. Ortaokullu bir çocuk. Yüz üstü kapaklandım ama hala kayıyorum aşağıya doğru. Kaldırım düzleşince duruyorum, kafamı kaldırıyorum. Çok acıyor ama ne oldu anlayamıyorum. Arkadaşım yüzüme dehşetle bakınca ben de korkuyorum. Meğer yüzüm dümdüzmüş. Bunu neden yaptı, yanlışlıkla mı? Elimi tutup yardım etmedi? Kaçıp gitti mi sonra? Eve gidiyoruz, sonra hastaneye. Kırılmamış ama yamuk artık burnum.

Çocuğunu Anadolu Lisesi'ne sokmak oldukça önemseniyor. Üçüncü sınıfın sonunda bir şekilde Arı Dershanesi'nin seviye tespit sınavına sokuluyor ve tam burs alıyorum. Böylece 4. sınıfın başında, her haftasonu dershaneye gitmeye ve bazı kısa süreli kopuşlarla birlikte üniversiteye kadar korunacak "inek" kimliğimi kazanmaya başlıyorum. Dershane servisinden en çok aklımda kalan, Hakan Peker'in Ateşini Yolla Bana parçası. Bir de "yabancı müzik"le tanışıyorum o serviste. "No haşhaş, no fitamin"i çok seviyorum. Evde halıları kaldırıp parkede bacakları çaprazlıyor, rap dansları yapıyoruz kızlarla. O yaz salondaki yuvarlak ahşap masada annemle konu tekrarı yapıyoruz. Coğrafyada dünya haritasına bakarken sonunda transatlantiğe binip okyanusa öyle bir açılmışım ki, annem beni oradan alıp çoktan seçmeli dünyasına zar zor döndürüyor. Neyse ki sınavda başarılı oluyorum. Puanım yüksek diye hesaplıyoruz, aslında Ankara'daki bütün Anadolu Liselerini tutuyor ama henüz bunu bilmiyoruz. O zamanlar tercihler puanlar gelmeden yapıldığı için, ebeveynlerim ne olur ne olmaz diye en yüksek puanlı okul olan Atatürk Anadolu Lisesi'ni yazmıyorlar tercihlerime. Hem kesin girerim diye hem de bahçesi büyük ve ağaçlı olduğu için başa yazdıkları Gazi Anadolu Lisesi'ne gideceğim.

5. sınıf bitti, mezun oluyoruz ve Veda Günü'ne hazırlanmamız gerek. Çetemizin lideri olarak şarkıyı seçiyor ve provaları bizim evde başlatıyorum: Sertab Erener'den Ateşle Barut. O zamanlar Türkçe Sözlü Hafif Müzik'ten Pop Müzik'e geçişi ilk önce TRT Radyosu'ndaki istek saatinde çalınanlardan mı yoksa televizyonda ilk kez müzik klibi diye bir şey izlemeye başladığımızda mı hissettim, emin değilim. Ama ilk pop starın adaşım olduğunu biliyorum: Yonca Evcimik. Abone şarkısıyla TRT'de anons ediliyor ve sahneye çıkıyor. Devlet televizyonunda giydiği kostüm ve dans figürlerinden belki de, annem, babam ve ben şaşkınlık ve ilgiyle izliyoruz onu. Adaşımın bir pop star olmasına içten içe sevinmiş gibiyiz. Sonra Tarkan ve arkasından Sertab Erener, Levent Yüksel geliyor, Sezen Aksu hep sürüyor. Saçları sarı, gözleri mavi olduğu için sınıfın en güzel kızı ilan edilen SŞ. ve yandaşı E.'den oluşan rakip çetemiz, Tarkan'ın Kıl Oldum Abi'siyle dans edecekmiş. Bizimki daha güzel olmalı. Haftalarca, günde defalarca Ateşle Barut oynuyoruz, her tınısı ciğerimize işliyor, Ateşle Barut oluyoruz artık. Kostümler de hazır. Oysa Veda Günü'nden aklımda kalan, iki çetenin dans performansları değil (SŞ.yi dans ederken kıskanmam dışında). Kendimizi sınıftaki kızlar ve oğlanların karşılıklı sandalyelere oturtulduğu, oğlanların kalkıp istedikleri kızı dansa kaldırdığı, öğretmenlerin ve velilerin de çay, limonata eşliğinde bu süreci izlediği bir düzeneğin içinde buluyoruz. Dansa kaldırılmayı yani göze çarpmayı ve seçilmeyi beklemenin heyecanını hatırlıyorum. Sınıfın en uzun ve en yakışıklısı E. kaldırsa keşke, SŞ.yi sevdiğini biliyorum ama keşke beni kaldırsa bugün...         

O yaz çok neşeli, çok yoğun. Dört tekerli patenlerle bitmeyen lojman turları, oğlanların parktaki futbol maçını izlemek ve tabii Ordu Pazarı'ndan abur cubur alışverişi. Ordu Pazarı, subayların süpermarketi demek; kantin de subayların bakkalı. Ordu Pazarı daha havalı, içinde her şey var. Üstelik her şey ucuza, çok ucuz ev kiralarımız ve ücretsiz boyacılarımız gibi. Kapıdan geçiyoruz, cipslerimizi alıyoruz, kasaya geliyoruz. Kasadaki komando giysili erlerden para üstü alırken biz küçük kız çocukları olarak biraz tedirgin de olabiliyoruz. O zaman da fırtına gibi geçip sert turnikelerden, hemen atıyoruz kendimizi sokaklara. Yakışıklı E.nin zilini çalıp onu dışarıya çağırmayı, ona kolektif aşk mektubumuzu vermeyi hayal ediyoruz, apartman kapısına kadar gidip dönüyoruz, zili çalıp kaçıyoruz. Evhamlı annesi onu pek salmıyor, biliyoruz. Belki bizimle gelsin dersek izin verir. Tekrar çalıyoruz zili, annesiyle konuşmak üzere en cesaretlimizi seçiyoruz ama çıkamıyor yine.  

Bir gün lojmanda röportajlar yapmaya karar veriyoruz, lojman hayatıyla ilgili. Sorular sorup cevapları walkman'e kaydediyor, evde walkman'den teybe manüel olarak kopyalıyoruz. Aralara da anonslarımızı ve kasetten kasede geçirdiğimiz şarkıları koyduk, harika oldu. Lojmanın ilk radyo programını biz yaptık. Bu walkman'i babam bana 4. sınıfın sonunda almıştı, her zamanki gibi beş yıldızlı takdir getirdiğim için. Yatağımdaki sarı pikenin üzerinde bulmuştum onu, yıllarca gözüm gibi bakacağım. 

Dört dörtlük bir karneyle mezuniyet ve sınav kazanma hediyesi olarak da o yaz bisiklet alındı bana. Bianchi dağ bisikleti, 24 jant, turuncu, pırıl pırıl. Almışken iyisini alacaksın ama biraz da uzun ömürlü olsun. Ayaklarım yere değmiyor. 11 yaşındayım, bacaklarım çok uzun, belim çok kısa, üstünde sakil buluyorum kendimi. Bir de herkesin çoktan öğrenmiş olduğu çok basit bir şeyi hala öğrenmemiş olduğum için aptal gibi hissediyor, utanıyorum. Yıllar sonra, bir bisiklet için neden o kadar beklediklerini sorduğumda "İstemedin ki, nasıl bilelim?" diyecek annem. Annem babamdan bana bisiklet öğretmesini istiyor, babamla bisikleti asfalta çıkarıyoruz. 10 katlılardaki yüzlerce seyircinin karşısında ezilsem de kırmızı yüzüm ve çarpan kalbimle direniyorum, kırk yılda bir baba-kız bir şey yapacağız. İkinci günümüz, hala dengede duramıyorum. Sonra babam biniyor bisiklete. "Neyini yapamıyorsun? Çok basit" diyor, "bak ben nasıl sürüyorum". Birkaç tur atıp geliyor gülerek. Kırmızılık içime oturuyor, hareket edemiyorum. Depoya kaldırıyoruz Bianchi'mi, bisiklet öğrenmeyeceğim.

ST.nin babasının İstanbul'a tayini çıkmış, sonbaharda taşınıyorlar. Beşiktaş Anadolu Lisesi'ne gidecek artık. Z.nin babasını ise Antalya'ya "sürmüşler". Yıl 1993, Z.nin annesi başörtülü. Birbirimize mektup yazacağımıza söz veriyoruz, yazıyoruz da. Antalya'dan Ankara'ya, Ankara'dan İstanbul'a. Biz de ertesi yıl ayrılıyoruz Çiğiltepe'den. Şehre, Dikmen'de bir kiralık daireye taşınıyoruz, ve çocukluk bitiyor.

**

Tuncer apartmanında, mutfak penceresinden aşağıya baktığım o kısa ve korkunç rüyayı defalarca görüyorum. Uyanıyorum, evde ses yok. Koridoru geçip mutfağa gidiyorum, aşağıdan bir motor sesi geliyor. Pencereden bakıyorum, annemle babam arabaya binip gidiyorlar. Bağırmıyor muyum? Sesim mi çıkmıyor yoksa? Sonra uyanıyorum, evdeyim, Tuncer'de, mutfak penceresi de aynı ama annem ve babam evdeler. Hangisi gerçek? İkisi de. Bizim evin değil, anneannemin İstanbul'daki evinin penceresinden bakıyormuşum yalnızca. Haftasonu bitti, annem ve babam taksiye biniyorlar, yine dönüyorlar Ankara'ya, bensiz.     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder