Gilles Deleuze ve Claire Parnet’nin Diyaloglar’ı iki yazarlı değil, yazarsız bir kitap, sahipsiz düşüncelerin kitabı. Burada konuşma çizgileri, tırnak işaretleri yok, bir diyalog değil Diyaloglar. İzleyeceğimiz ve katılacağımız, düşüncenin yazardan özgürleşen akışı olacak. Tüm tekil ve çoğul şahısları içine katarak, durmadan çizgiler çizip, düzlemler düzüp coğrafyalar aşarak ve tüm bunlara aldırmadan esrikçe oluşan düşünce. Ama asla özensizce değil. Diyaloglar bizi Deleuze’ün derinleri deşip gelmiş, uçsuz bucaksız ‘yüzey’selliğiyle tanıştırıyor. Deleuze’ü tanıyanlarımız içinse onun kozmik evreninde baş döndürücü bir yolculuk, tam bir kavramsal şölen bu kitap: Göçebelerin yersizyurdsuzlaşmaları, orkide ve balarısının, Mozart’ın kuşlarının oluşları, kökten kurtulup saplarını her yöne açan köksap düşünce, arzu, beden, hayat, felsefe VE… Deleuze’ün VE’leriyle buluşmak için.
27.3.2013
29 Nisan 2016 Cuma
"Yürümek"
“Yürümek, dönüp bakmamak arkaya. Arkada ne var?” Ben hep çok hızlı ve zıplayarak yürürüm, bu daima kalabalık şehirde ufacık bir aralık bile kalsa önümde, bir sağa bir sola, gözlerim büyük bir dikkatle önümü tarayarak, o içine atlanabilecek daracık koridorları mutlaka bularak, bağlayarak, aceleyle. Arkaya bakmam pek, kaçarım ondan. Belki de bu yüzden, yürümeyi pek severim. Bisiklet süremem, araba, uçak, paraşüt kullanamam, ne bileyim, koşamam da, nefesim yetmez. Ama yürüyebilirim. Demek ki hala hareket edebilirim, yer değiştirebilirim. Bir yerden başka bir yere geçtikçe değişebilirim.
Yürümek ile pek çok düşüncemin değiştiği ve yenilerinin hızla yerleşmesi gerektiğini sandığım bir zamansal kavşakta tanıştım. “Hepimiz insanız”dan “Ben kadınım”a geçiyordum, 20’li yaşlardan 30’lara geçiyordum, hallice aile kızından işçiye geçiyordum, en çok da erkek, evlilik ve çocuk mefhumlarının üstünden geçiyordum. Geleli çok olmuştu ama Ankaralılıktan İstanbulluğa da geçmekteydim hâlâ. Düşüncenin önüne deneyimi koyduğum, farklı hayatları, insanları, olasılıkları kitaplardan çok sokakta, üniversitede, evde, sohbetlerde, gözlemlerde aradığım ve elime geçen sonsuz sayıda kırıntının toplamında beklediğim yanıtları bulamamanın verdiği hayal kırıklığıyla sık sık duraksadığım haniyse bir on yılı geride bırakmak üzereydim.
Kitapta ilk Ankara çekti beni. 1950’lerin yeni kaloriferlenen başkentinin ruhu, ülkemin bıçkın tarihine rağmen neden bunca değişmemiş gelmişti? Neden sanki kendi çocukluğumu okuyor gibiydim? Kalorifersiz evlerin varlığından habersiz büyüyen benimle kalorifersiz evlerin arasındaki kaloriferli evinde büyüyen Ela’yı birbirine bağlayan şey, “anne yasakları”ydı belki de. Annelerin kurduğu, babaların yönettiği ve çocukların büyüdüğü yuvanın kuralları, haneden haneye değişiyordu. Anneden anneye, şehirden şehre, ülkeden ülkeye, dönemden döneme değişirken kurallar, ötekilerin kurallarını en bilemeyecek olan, en bilmemesi gereken de çocuklardı. Büyümek neleri öğrenmemiz ve neleri öğrenmememiz gerektiğini bilmek demekti.
Sonra Ela ile birlikte Memet’in de büyüyüşü, ayrı köşelerde. Erkeklerden kadınları okumaya, hak vermeye alışıktım da, bir kadının bir erkeği kalemiyle büyütmesi pek rastladığım bir şey değildi. ‘Kadın’ yazarlarla pek de ilgilenmemiştim demek ki. Ela ve Memet’in dertleri ne kadar ortak ve ne kadar farklıydı. 1950’lerde hayat, 1970’lerde roman, 2000’lerde ben, kadın ve erkek nasıl da zorlanmadan buluşabiliyorduk. Güzel bir kitaptı bu.
Samanpazarı, Yenişehir, Cebeci, Büyükada, Haliç, Tarlabaşı, Cağaloğlu, Moda. Okudukça yürüyorum ama zamanın içinde mekanları mı izliyorum yoksa mekanların arasından zamanı mı? Hayalimdeki o hem kısacık hem anlatabilen cümleler, o hep içimi sıkmış, atlayarak okuma hakkımı kullandığım betimlemelere hiç benzemeyen tadında tarifler, bunları bulmuştum. İçinden yürüdüğüm, yürüyebildiğim buydu. Güzel bir romandı bu.
Yıllarca duran, gözleyen, bekleyen, “arpacık kumrusu gibi kuran” Ela, kabuğundan ancak hayallerinde çıkan, atılımlarını ancak köstebek adımlarıyla yapabilen Memet. Büyümek, bilmek, öğrenmek bizi nereye götürüyordu? Bunlardan ne anladıysak oraya sanki. Yeni bir dünya kurmuyordu Yürümek. İyi bir durum tespitiydi. Büyüdüğüm şehirde neler oldu, ülkemde ben doğmadan kimler vardı, “Bir şey yapmalı” o zamanlar ne demekti, bunları anlatıyordu. Bol mahkemeli, bol tehditli bir gündelik hayatın içinde bir masa, kağıt kalem bulmuş bir yazar, serbest piyasanın kuruluşunu, azınlık kıyımını, Kıbrıs Barış Harekatı denilen savaşın ayak seslerini, 68 hareketinin Türkiye’ye yansısını, böylesi yoğun bir sosyopolitik dönüşümler ağını fona almış, kadınlık ve erkekliği alabildiğine yalın, berrak anlatıyordu. Kimdi bu kadın? Nasıl olduğu kişi olmuştu? Böyle güzel yazmak nasıl olurdu?
Öğrendim ki o da mahkemelerden geçiyordu, hapishanelerden, hastalıklardan, ölümlerden geçiyordu. Müstehcendi, bölücüydü, tehlikeydi. Duranlardan olmamıştı, kısa yaşamış ama çok üretmişti. Yaşarken de bileni çoktu. Yani bana hiç benzemiyordu. Ama 32’sinde kim olduğunu bulamadığımız kadın Tante Rosa’yı, 34’ünde yıllarca durmuş, uymuş, kitaplardan çok erkeklerden geçerek büyümüş Ela’yı anlatan Yürümek’i yazmıştı. Eksikler, delik doldurur gibi doldurulamayan o boşluklar nasıl da hepimizindi, tüm zamanlarındı.
Kalorifersiz evlerde büyümüş yaşıtlarımla ve başka bir tarihle tanıştığım günlerden bu yana içimi sızlatan ve beni durmadan zayıflatan, gözümü arkada, önceki bir toplumda bırakan “Benim neslim ne işe yarar?” sorusunu, hemen bugün başka bir ben ve başka bir dünya isteyen telaşımı kucaklayıp, beni iyileştiren bir kitap oldu Yürümek. Ne çok şeyi bilmediğini görmeye başlamanın bir yıkım olmadığını söyleyen. Benim gibi kimsenin de, dünyanın da öyle bir çırpıda değişmediğini.
Okumak, yazmak, yapmak, yaşamak. Dönüp bakmamak arkaya, arkadaki yokluğa. Yürümek, sabırlı, telaşsız, kendi hızında.
8.4.2013
8.4.2013
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)